3, 4 ve 7 Ekim 2019 tarihlerin üç bölüm halinde yayımlanan bu yazı dizisini aşağıda tek bölüm halinde yeniden yayımlıyoruz.
Kapitalist düzen içinde siyasi tasfiye
31 Mart yerel seçimleri ve 23 Haziran’da İstanbul’da tekrarlanan seçim, orta sınıf sahte sol partilerin geniş bir kesiminin kapitalist düzenle bütünleşmesinde önemli bir kilometre taşı oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti altında artan eşitsizliğe, yoksulluğa, işsizliğe ve sosyal saldırılara işçiler arasında büyüyen öfkenin ortasında, bu gruplar, yazgılarını Kemalist Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile birleştirip, Türkiye’deki kapitalist egemenliğin bu tarihi partisinin önderlik ettiği ve Kürt milliyetçisi Halkların Demokratik Partisi (HDP) tarafından desteklenen “Millet İttifakı”nın arkasında toplandılar.
Bu yönelişe, aralarında eski Castrocu Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) ve Arnavutluk yanlısı Stalinist Emek Partisi’nin (EMEP) bulunduğu, küçük burjuva kamptaki kimi en büyük partiler önderlik etti. ÖDP önderi Alper Taş CHP’nin İstanbul Beyoğlu belediye başkanı adayı olurken, EMEP üç büyük kentte (İstanbul, Ankara ve İzmir) CHP’nin adaylarını destekledi. AKP’nin İstanbul seçiminin tekrarlanmasını dayatan antidemokratik kararının ardından, söz konusu partiler, TÜSİAD başta olmak üzere Türk burjuvazinin emperyalizmle bağlantılı en etkili kesimlerinin tercih ettiği CHP’nin ve onun büyükşehir belediye başkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun arkasına dizildi.
İstanbul’da tekrarlanan seçimden birkaç ay sonra, bu partilerin, CHP’nin ve İmamoğlu’nun AKP’ye ve Erdoğan’a bir alternatifi temsil ettiği biçimindeki müflis iddiaları bütünüyle teşhir olmuş durumda. Tahmin edildiği gibi, CHP, en önemli dış ve iç politika konularında AKP’ye destek verdi. CHP önderi Kemal Kılıçdaroğlu, Suriye’de bir “barış koridoru”na ya da “özel bölge”ye açık olduğunu belirterek, AKP’nin Suriye’ye yönelik yeni harekat hazırlıklarına arka çıktı. Sonunda İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı koltuğuna oturan İmamoğlu ise, “kaydı olmayan Suriyelilerin İstanbul dışına gönderilmesi gerekli bir işlem” diyerek, AKP’nin Suriyeli sığınmacıları İstanbul’dan topluca sınır dışı etme yönündeki gerici planlarını alkışladı.
Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) ve onun Türkiye’deki sempatizan grubu Sosyalist Eşitlik ile bu gruplar arasında sınıfsal bir uçurum bulunmaktadır. Toplumsal eşitsizliğe, emperyalist savaşa ve polis devleti baskısına karşı artan öfkenin ortasında, sınıf mücadelesinde uluslararası bir canlanma yaşanıyor. Bu canlanma, Cezayir ile Sudan’daki diktatörlükleri devirme yönündeki kitlesel protestoları ve Kuzey Amerika ile Avrupa genelindeki grev dalgasını kapsıyor. Afganistan’da, Irak’ta ya da Suriye’de onlarca yıl geçmişe dayanan emperyalist işgallere veya müdahalelere duyulan büyük güvensizlik, nesnel olarak, işçi sınıfı içinde savaş ve emperyalizm karşıtı kitlesel bir hareketin inşası sorununu gündeme getiriyor.
ÖDP’nin, EMEP’in ve bu partilerin temsil ettiği bütün bir küçük burjuva tabakanın bu duruma yönelik tepkisi ise taban tabana zıt bir yönde ilerliyor. Ortadoğu genelinde ve başka yerlerde işçi sınıfını emperyalist savaşa ve kapitalizme karşı birleştiren devrimci bir seferberliğin koşulları ortaya çıkarken, onlar, savaşa, toplumsal kemer sıkmaya ve polis devleti baskısına yönelik muhalefeti engellemeye uğraşıyorlar. CHP’ye verdikleri destek, onların Türk burjuvazisiyle ve onun üzerinden de emperyalizmle uyumlarını yansıtıyor.
CHP kampı içinde siyasi tasfiye
ÖDP, 23 Haziran seçimlerinin ardından, TÜSİAD’la ve Koç Holding’le yakından bağlantılı bir milyoner olan İmamoğlu’nun İstanbul’daki zaferini alkışladı. “Halk Kazandı” başlıklı bir açıklama yapan ÖDP, “31 Mart ve 23 Haziran siyasal İslamcı rejim için artık sonunun gelmeye başladığını da göstermektedir,” diye yazdı. “… Emekçi halkın başına musallat olan bu faşist iktidar” ile mücadele sözü veren ÖDP, açıklamasını şöyle noktalıyordu: “Birlikte Başardık! Birlikte Kazandık! Türkiye’yi birlikte yeniden kuracağız!”
EMEP’in gazetesi Evrensel ise, manşetinde sonucu Erdoğan’a bir “Halk Tokadı” olarak alkışlıyor ve ilk sayfasında şu başlığa yer veriyordu: “Seçimde sağlanan oy birliği kalıcı beraberliğe dönüşmeli.” EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan Twitter hesabından İmamoğlu’nu bizzat kutlarken, partinin İstanbul İl Başkanı Sema Barbaros şu açıklamayı yaptı: “İstanbul seçimi bir yerel seçimden daha fazla anlama sahiptir. Halk sadece İstanbul’un belediye başkanını seçmemiştir. Aynı zamanda tek adam yönetimine önemli bir ders vermiştir. … İhtiyaç olan, bu ortaklığın kalıcı bir beraberliğe dönüşmesidir.”
Bu küçük burjuva çevreler, seçim kampanyası boyunca, sola sempati duyan herkesin, “demokrasi için” ve “faşizme karşı” mücadelenin gereği olarak AKP’ye karşı “Millet İttifakı”nı desteklemekle yükümlü olduğunu iddia ettiler. Ancak bu iddialar, “Millet İttifakı” Milliyetçi Hareket Partisi’nden (MHP) kopan aşırı sağcı İYİ Parti’yi de içerdiği için başından beri bir saçmalıktı. Sonuçta, seçmenlerin küçük bir çoğunluğu 31 Mart seçimlerinde AKP-MHP’ye oy vererek bu çağrıları reddetti.
Fakat bu, CHP’yi destekleyen küçük burjuva partilerin umudunu köreltmedi. Alper Taş, 31 Mart seçiminde Beyoğlu’nda kaybetmesinden sonra şu açıklamayı yapıyordu: “Başımız dik, alnımız açık bir biçimde kazanmış gibi Beyoğlu sokaklarında çalışmaya devam edeceğiz, bunu unutmayın. … Biz, politik olarak bu seçimi kazandık. Türkiye’nin baktığı, imrendiği, olumladığı, alkışladığı, gururlandığı bir seçim çalışmasını kısa süreye sığdırdık. Bu hep beraber oldu. Hepimizin bunda emeği var. Bu emeği takip edeceğiz, bu emeği kaybetmeyeceğiz bundan emin olabilirsiniz.”
Uluslararası Sosyalist Akım’ın Türkiye şubesi ve Britanya’daki Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) kardeş partisi olan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) de İmamoğlu’na destek verdi. DSİP, İstanbul’da seçimin tekrarlanması üzerine yaptığı bir açıklamada, “Bu yarışta unutulmaması gereken temel nokta şudur: 31 Mart’ta AKP’ye oy vermeyen seçmenlerin, AKP’ye yine oy vermemesini garanti altına almak! Hatta, başarılabilirse, bu seçmenin İmamoğlu’na oy vermesini sağlamak,” diye belirtiyor ve şunları ekliyordu: “… İmamoğlu cephesi içinde yer almadan, ‘Hakkını yediler, hakkını verelim, oy verelim’ diyerek bağımsız bir kampanya yapacağız.”
Arjantin’deki İşçi Partisi’nin (Partido Obrero, PO) ve Savas Michael-Matsas’ın önderliğini yaptığı Yunanistan’daki İşçilerin Devrimci Partisi’nin (Ergatiko Epanastatiko Komma, EEK) de üyesi olduğu Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluşu İçin Koordinasyon Komitesi’nin (CRFI) Türkiye şubesi olan Pablocu Devrimci İşçi Partisi’nin (DİP) verdiği tepki ise yalnızca yüzeysel olarak farklıydı. CHP’ye doğrudan destek vermeyen DİP, TBMM’deki milletvekillerini kapitalist devletin hukuki temellerini yeniden düzenlemek üzere bir Kurucu Meclis’te birleşmeye çağırarak, CHP başta olmak üzere burjuva partilerine desteğini açıkça ortaya koydu.
DİP, İstanbul seçiminin tekrarlanma kararı üzerine 6 Mayıs’ta yaptığı “Boykot! Sine-i millet! Zincirsiz Kurucu Meclis!” başlıklı açıklamada şunları yazıyordu: “Zincire vurulmuş mecliste halkın istibdada karşı hürriyet çığlığına biraz olsun kulak verecek her bir milletvekilinin yapması gereken derhal sine-i millete dönmektir… Halkı istibdada ezdirmeyelim, İstanbul seçimini boykot edelim. Meclis boşalsın.”
DİP, bir yandan AKP-MHP ittifakına karşıtlığını gösterip diğer yandan burjuva muhalefeti harekete geçmeye çağırarak tavrını açıkça ortaya koydu ve geniş küçük burjuva çevre ile aynı doğrultuda, geleneksel Kemalist seçkinlerin –askeri darbeler ve Kürt halkının ve işçi sınıfının şiddetle bastırılması dahil– bütün suçlarının ortağı olan CHP’nin önderlik ettiği ittifakın arkasına dizildi.
Küçük burjuvazinin CHP yöneliminin çıkmazı
Türkiye’deki küçük burjuva politikanın önde gelen figürlerinin CHP ile kalıcı bir ittifak aradıklarına ilişkin açıklamaları, onların işçi sınıfına yönelik düşmanlıklarını kanıtlamaktadır. Bu şekilde, hem emperyalist savaşa desteklerini hem de Türkiye sınırları içindeki Kürtlerin ve diğer azınlıkların haklarına ve emperyalist destekli rejim değişikliği operasyonları tehlikesine kayıtsızlıklarını gösteriyorlar.
CHP ve HDP, Irak’ta, Suriye’de ve Ortadoğu genelinde onlarca yıldır savaş yürüten emperyalist güçlere AKP’den bile daha yakındır. CHP, esasen Avrupa Birliği (AB) ile daha sıkı bağlar geliştirmek amacıyla, uzun süredir sözüm ona “Avrupa değerleri” için mücadele ediyor. Erdoğan hükümeti, Washington’ın ve AB’nin 1991’de Stalinistlerin Sovyetler Birliği’ni dağıtmasından beri Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yürüttüğü sonu gelmeyen saldırı savaşlarından çıkar sağlama peşinde koşarken, CHP de Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmeyi amaçlayan NATO önderliğindeki savaş sırasında Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik istilalarını destekledi. HDP’nin arka çıktığı Suriye’deki Kürt milliyetçileri, bu çatışmada NATO’nun başlıca vekil gücü olarak ortaya çıktılar.
Bu sicil, Lev Troçki’nin, geç kapitalist gelişmeye sahip ülkelerdeki burjuvazinin demokratik bir rejim kurmaktan aciz olduğunu saptayan Sürekli Devrim Teorisi’nin tersinden çarpıcı bir doğrulamasıdır. Emperyalizme derinden bağılı olan ve işçi sınıfından korkan burjuvazi, Amerika’da ve Fransa’da gerçekleşen 18. yüzyıl demokratik devrimlerinin tamamladığı görevleri yerine getiremez. Bu görevler, devlet iktidarı uğruna bir mücadelede tüm ezilen sınıflara önderlik eden işçi sınıfına düşmektedir. Böylece, demokratik devrim, uluslararası ölçekte sürdürülen sosyalist devrimle iç içe geçer. Yalnızca böyle bir sosyalist devrim eski sömürge ve yarı sömürge ülkelerde müreffeh, demokratik ve sosyalist bir toplum geliştirmek için gereken kaynakları küresel ekonomiden sağlayabilir.
Türk burjuva partilerinin günümüzdeki politikası, Türk burjuvazisinin NATO emperyalizmi ile gerici ilişkilerinin ve işçi sınıfı ile ezilen ulusları bastırmasının silinmez damgasını taşımaktadır. 2015’te, CHP, 4.000 insanın öldürüldüğü, 10.000’den fazla kişinin hapse atıldığı ve 200.000 kişinin evini terk etmek zorunda kaldığı, Kürt kentlerine ve kasabalarına yönelik ağır saldırıyı desteklemiş ve 2016’da, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için AKP tarafından önerilen anayasa değişikliğinden yana oy kullanmıştı. Bunun sonucunda, bugün, HDP’nin eski önderleri Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ ve daha birçok eski milletvekili hala hapiste.
31 Mart’tan sonra hem Ankara’da hem de İstanbul’da tartışmalı seçimler ortaya çıkarken, CHP’nin adayları Mansur Yavaş (aşırı sağcı MHP’nin 1970’lerdeki eski bir militanı) ve Ekrem İmamoğlu, Twitter hesaplarından MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş’i anan mesajlar attılar. ABD’de eğitilmiş faşist bir subay olan Türkeş, 20. yüzyılda Türkiye’de meydana gelen NATO destekli darbelerde, özellikle de 1960 ve 1980 darbelerinde büyük bir rol oynamıştı. Onun 1969 yılında kurduğu MHP, 1970’lerde solcu işçileri, gençleri ve aydınları hedef alan bir suikast ve baskı harekatına önderlik etti.
Erdoğan’ı devirmeyi hedefleyen NATO destekli 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Yavaş’ın ve İmamoğlu’nun Türkeş’e sempatisinin sırf tarihsel bir mesele olmadığı açıktır. Bu, CHP’nin, emperyalist egemen sınıflar ve Türk ordusu içindeki etkili güçlerin desteğine talip olduğuna ilişkin hiç de gizli olmayan bir tehdittir. Hedefi ise, her şeyden önce, işçi sınıfına dayanan solcu muhalefettir.
15 Temmuz 2016’da, Washington’ın ve Berlin’in Erdoğan’ın Rusya ile daha sıkı ilişkilere kaymasından duydukları rahatsızlığın ortasında, NATO’nun İncirlik hava üssündekiler dahil olmak üzere Türk ordu birliklerinin bir bölümü darbeye girişmişti. Meclisi bombalayan darbeciler, büyük kentlerin kilit noktalarını ele geçirmeye çalışmış ve Erdoğan’ı öldürmek üzere bir suikast timi göndermişlerdi. Gece yarısı, Erdoğan, halka darbeye karşı direnme çağrısı yaptı. Moskova’dan gelen bir uyarı sayesinde, kendisini öldürmek üzere gönderilen askeri timden kurtulmayı başardı.
Darbeyi durduran, kitlelerin darbeye karşı harekete geçmesi oldu. Erdoğan’ın otoriter siciline karşın, nüfusun, özellikle de işçi sınıfının geniş kesimleri, 1960, 1971 ve 1980 yıllarındaki NATO destekli darbelerin kanlı sicilini hatırlıyordu. 2016’da, 200’den fazla kişi, böylesi yeni bir darbenin zaferini önlemek için mücadele ederken öldürüldü.
CHP’nin önderlik ettiği ittifak içindeki güçler ise darbe sırasında kayıtsız bir tavır aldılar. Destekleyicilerini darbeye karşı harekete geçirmeye çalışmayan bu güçler, ancak darbenin başarısız olduğu ortaya çıktıktan sonra; darbe girişimini perde arkasından desteklemiş olan Washington ve Berlin bile göstermelik kınama açıklamaları yapmak zorunda kalınca, darbeyi sözlü olarak eleştirdiler. Fakat çok geçmeden CHP, Erdoğan’ın demokratik haklara yönelik gerici saldırılarına arka çıktı. Buna, bu yılki seçimlerde her şeye rağmen CHP’yi destekleyen HDP’nin milletvekillerinin hapse atılması da dahildi.
Bu olaylar, Türk burjuvazisinin, işçi sınıfının kemer sıkmaya ve NATO’nun Ortadoğu’daki otuz yıllık savaşlarına yönelik muhalefetini bastırmak için kullandığı mekanizmayı gözler önüne sermektedir. NATO’nun 1991’de Körfez Savaşı ile başlayıp, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de devam eden savaşların sonucunda milyonlarca insanın katledilmesi ve bütün bu ülkelerin mahvedilmesi, yaygın muhalefete ve kuvvetli tepkiye yol açmış durumda. Buna rağmen, onlarca yıldır “radikal sol” olarak sunulan partiler, CHP’ye ve onun üzerinden de emperyalizme milliyetçi bir yönelime sahipler. Onlar, bugün, ABD’nin İran’a karşı emperyalist savaş hazırlıklarının ortasında, hızla bölgesel, hatta küresel bir savaşa dönüşebilecek bu devasa tehlike karşısında da bütünüyle sessizler.
Sahte solun savaşa ve kemer sıkmaya desteğinin sınıfsal temeli
ÖDP, EMEP, DSİP, DİP ve bu tür başka küçük burjuva partilerin CHP’ye yönelmesi bir hata ya da değiştirmeye ikna edilebilecekleri bir yanlış anlama değildir. Tersine, bu yönelim, söz konusu partilerin dayandığı hali vakti yerinde orta sınıf içindeki işçi sınıfı ve Marksizm karşıtı tabakaların maddi çıkarlarını yansıtmaktadır. Bu gruplar, siyasi olarak, 1960’ların ve 1970’lerin –dönemin NATO darbelerinin sık sık kanlı bir şekilde hedef aldığı– radikal işçi hareketi ve sol akademik camia içindeki Stalinist, Pablocu ya da küçük burjuva milliyetçi eylemcilerin mirasını sürdürürken, sendika bürokratları ve “sol” akademisyenler son 40 yılda sert biçimde sağa kaymıştır.
Orta sınıf içindeki bu tabakalar; üretimin küreselleşmesi, 1989-1991’de Stalinist rejimlerin Sovetler Birliği’nde, Doğu Avrupa’da ve Çin’de kapitalizmi restore etmesi ve Ortadoğu’da bunu izleyen onlarca yıllık emperyalist savaş eliyle dönüştürüldüler. Bu dönemde Türkiye, Avrupa sermayesi için bir ucuz emek platformu ve Ortadoğu’daki NATO savaşları için bir üs olarak ortaya çıktı. Bu süreç, sendikalar ya da gerilla hareketleri ile işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi nesnel olarak dönüştürdü.
Bu sosyal çevrenin ayırt edici özelliği, enternasyonalist Sürekli Devrim perspektifini ulusalcı temelde reddetmesidir. Bu perspektif, Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’nde işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin ve Stalinizme karşı Lev Troçki’nin önderlik ettiği ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) tarafından sürdürülen mücadelenin temelini oluşturmaktadır.
1989-1991 arasındaki kapitalist restorasyon sürecinden sonra, bu güçler, artık Sovyet ya da Maocu rejimlerle ittifaklarını göstererek Ekim Devrimi’nin dostları kılığına giremiyorlar. Onlar, aynı zamanda, AB’ye ve dünya piyasalarına her zamankinden daha fazla yönelen Türkiye’deki fabrikalarda dünya piyasası koşullarını dayatan işçi gardiyanları ya da ABD işgali altındaki Irak’ta veya Suriye’deki NATO savaşında emperyalist güçlerin askeri vekilleri olarak ortaya çıktılar.
Bu tabakalar ile hoşnutsuzluğu kapitalist sömürüye ve emperyalist savaşa muhalefetinden kaynaklanan işçi sınıfı arasındaki nesnel sınıfsal çelişki, muazzam bir yoğunluk kazanmıştır. Bu örgütler parti isimlerinde “dayanışma”, “emek” ve hatta “devrim” sözcüklerini tutmayı sürdürmelerine rağmen, işçi sınıfının uluslararası devrimci mücadelelerine bilinçli bir şekilde karşı çıkmaktadırlar. DEUK’un bu güçlerin solcu değil ama küçük burjuva sahte sol olduğuna ilişkin çözümlemesinin altında bu yatmaktadır.
2011’de Tunus’ta ve Mısır’da meydana gelen 21. yüzyılın ilk devrimci sınıf mücadeleleri dalgası, bu değerlendirmenin doğruluğunu kanıtladı. Türkiye’nin bütün büyük düzen partileri (AKP, CHP, MHP, HDP), Libya’daki ya da Suriye’deki emperyalist destekli vekil savaşlarının arkasında saf tuttular. Bu savaşlar, NATO’nun Kuzey Afrika’daki devrimci kabarmaya verdiği yanıttı. Sahte sol örgütler de, Türkiye ve uluslararası işçi sınıfı içinde artan öfkeye rağmen, söz konusu savaşların desteklenmesinde bu düzen partilerinin arkasına dizildiler.
Türkiye’deki sahte sol partiler, Kuzey Afrika’daki toplumsal devrime karşı çıkan, Libya ve Suriye savaşlarını “devrim” diyerek destekleyen ve Amerika’daki ya da Avrupa’daki işçi sınıfı mücadelelerini bastırmaya çalışan siyasi partilerle doğrudan bağlantılıdır.
Eski Arnavutluk yanlısı Stalinist EMEP, Hamma Hammami’nin Tunus devrimi sırasında gerici bir rol oynayan Tunus Emekçileri Partisi’nin kardeş partisidir. Bu parti, “demokrasi mücadelesi” adına, devrimci kitlesel işçi ve gençlik hareketini Tunus Genel İşçi Sendikası’nın (UGTT) ve egemen seçkinlerin arkasına yedeklemek için elinden geleni yaptı. Hammami, bugün, küçük burjuva “Halk Cephesi” koalisyonuna önderlik ediyor. Söz konusu koalisyon, eski Zeynel Abidin Bin Ali rejiminin yeni yüzü olan Nida Tunus partisinin önderlik ettiği egemen çevreler ile tamamen bütünleşmiştir.
DSİP’e gelince; onun Mısır’daki kardeş grubu Devrimci Sosyalistler (RS), Mısır işçi sınıfının 2011 ile 2013 yılları arasında yinelenen devrimci kabarmalarının dağıtılmasında kritik bir rol oynadı. İşçi sınıfının devlet iktidarını ele geçirmesi için bağımsız bir mücadele perspektifine şiddetle karşı olan bu grup, devrimin her yeni aşamasında, burjuvazinin öne sürdüğü örgüt hangisiyse onu alkışladı: Önce Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi cuntası, sonra Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Müslüman Kardeşler’i ve sonunda, General Abdülfettah El Sisi’nin 2013’teki darbesine zemin hazırlayan Tamarod (“İsyan”). Devrimci Sosyalistler grubu, bir devrimci önderlik oluşturulmasını engelleyerek ve işçi sınıfını burjuva politikacılara tabi kılarak, kanlı Sisi diktatörlüğünün kurulmasının önünü açtı.
2011’den sonraki savaş ve sınıf mücadelesi yılları, sahte solun işçi sınıfına ve Kürt halkının ve diğer ulusal azınlıkların demokratik haklarına düşmanlığını ifşa etmiştir. Onlar, başlangıçta, AKP’nin Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile “barış süreci”ni de desteklemişlerdi. Bu sözde “barış süreci”, Ankara’nın Irak’ta ve Suriye’de elini güçlendirmek için PKK’yi kullanma stratejisiydi. Ne var ki, savaşan çeşitli etnik hiziplere Ortadoğu’daki ulusal azınlıkların demokratik haklarını sağlama çağrısı yapma biçimindeki bu politikanın iflas ettiği, onlarca yıldır devam eden emperyalist savaştan sonra apaçık ortadadır.
Erdoğan, başlangıçta, ABD’nin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Baas rejimini devirme savaşını ve Washington’ın Esad’a karşı kendi hücum kıtaları olarak kullandığı İslamcı milislerin silahlandırılmasını şevkle destekliyordu. Fakat Ankara, İslamcı müttefiklerinin yenilgiye uğramasının ardından, Washington PKK’nin Suriye şubesi olan Halk Savunma Birlikleri’ni (YPG) ülkedeki başlıca vekil gücü haline getirince, geri çekildi.
AKP, 2009’dan 2015’e kadar kesintilerle devam eden “barış süreci”ni sonlandırdı. HDP, PKK ile “barış süreci” sırasında, hükümetin işçi sınıfı karşıtı ve emperyalizm yanlısı politikalarının önemli bir destekçisi olmuştu. 2,5 milyondan fazla insanın AKP’ye karşı sokaklara döküldüğü 2013’teki Gezi Parkı protestoları sırasında, o dönem Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Kürt işçileri ve gençleri protestolara katılmaktan vazgeçirmiş ve CHP ile sendikaların izlediği çizgiyi yinelemişti.
Suriye’deki Kürt milliyetçisi milislerin Washington’ın “IŞİD’le mücadele” adına başlıca kara gücü olarak ortaya çıkmasını göklere çıkaran Türkiye sahte solu, emperyalist ya da burjuva gericiliğinin siyasi bir uzantısı haline geldi. Onların neredeyse tamamı, bu süreci, adını YPG’nin Pentagon’un koruması altında elinde tuttuğu Suriye topraklarının bir kısmı için kullandığı Kürtçe sözcükten alan “Rojova Devrimi” olarak alkışladı. Sahte sol partilerin birçok üyesi ve destekleyicisi, Suriye’deki emperyalist savaşta savaşırken öldürüldü. Son seçimde ise, aynı partiler, şimdi AKP’nin hem Suriyeli sığınmacıları topluca sınır dışı etme planlarını hem de ABD destekli Kürt milisleri hedef almak üzere Suriye’ye harekat düzenlemesini onaylayan CHP’nin adaylarını desteklediler.
Suriye’deki bu gerici politikanın altında yatan işçi sınıfı karşıtı yönelim, sahte solun Yunanistan’daki Radikal Sol Koalisyon’a (Syriza) verdiği destekte aleni bir hal aldı. Onların tamamı, Syriza’nın geçtiğimiz Temmuz ayında uğradığı seçim yenilgisinden sonra, bu sağcı ve işçi sınıfı karşıtı partiyle ilişkileri konusunda bir ölüm sessizliğine büründü.
Ocak 2015’te AB’nin Yunanistan’a dayattığı kemer sıkma politikalarına son verme vaatleriyle seçilen Syriza, bu sözlerine alenen ihanet etti. Avrupa işçi sınıfı içinde AB’ye ve kemer sıkmaya karşı daha geniş bir muhalefete seslenmeyi reddeden Syriza, bunun yerine derhal yeni bir AB kemer sıkma memorandumunu imzaladı.
Syriza, Temmuz 2015’te, AB’nin Yunanistan’ı sosyal kesintileri arttırmaması halinde avro bölgesinden çıkarmakla tehdit etmesinin ardından, AB kemer sıkması üzerine bir referandum düzenledi. Syriza, bir “evet” oyunun çıkmasını, istifa etmeyi ve iktidarı muhafazakarlara bırakmayı umuyordu. Referandumda işçilerin ezici çoğunlukla “hayır” oyu vermesiyle sarsılan Syriza, bu sonucu hiçe saydı ve işçi sınıfı karşıtı bir politika izledi. On milyarlarca avroluk sosyal kesinti uygulayan Syriza, Yemen’deki Suudi savaşına silah sattı ve Ortadoğulu on binlerce sığınmacıyı korkunç koşullardaki toplama kamplarına hapsetti (ayrıca bakınız: “Yunanistan’da Syriza’nın İhanetinin Siyasi Dersleri”).
DEUK, Syriza’nın seçilmesinden önce verdiği sözlere ihanet edeceği hakkında işçileri uyarma konusunda tek başına iken, Türkiye’deki ve dünya genelindeki sahte sol gruplar Syriza’yı coşkuyla desteklediler. Syriza’nın Türkiye’deki kardeş partisi ÖDP, 26 Ocak 2015’te, Syriza’nın seçim zaferinden hemen sonra yaptığı bir açıklamada şunları ilan ediyordu: “Syriza’yı kazanmış oldukları zaferden dolayı kutluyoruz. … Syriza’nın başarısı, … halkın Avrupa’da ve yer yüzünün dört bir yanında gelişen yeni bir düzen kurma arayışının bir ifadesidir.” Syriza’nın bir diğer kardeş partisi HDP de bu zaferi alkışlamış ve Syriza ile “dayanışmasını” ve “stratejik işbirliğini” vurgulamıştı.
EMEP ise 27 Ocak 2015’te yaptığı bir açıklamada şunları belirtiyordu: “Yunanistan seçimlerinde halk cephesi olarak Syriza’nın başarısı … ekmek ve özgürlük kavgası veren tüm ezilen sınıf ve halkların umut ve cesaretini tazelemiştir.”
DİP de, Yunanistan’daki kardeş partisi EEK ile aynı doğrultuda, başlangıçta Syriza’yı destekledi ve bu parti hakkında yanılsamalar yaydı. Ocak 2015’teki Yunanistan seçimlerinden önce, DİP önderi Sungur Savran “Syriza tuzağı” başlıklı bir makale yazmış ve orada, “Syriza’nın başında olduğu işçi sınıfı ve emekçiler kampı… seçimden ne kadar güçlü çıkarsa o kadar sevineceğiz,” diye ilan etmişti.
Bu örgütlerin hiçbiri, bu gerici partiye desteklerinin siyasi hesabını vermeyi uygun görmedi. Syriza’nın işçi sınıfı karşıtı sicili ve AB’nin Ortadoğu’daki emperyalist savaşlardan kaçan sığınmacılara karşı “Avrupa Kalesi” politikasında AKP hükümeti ile yaptığı işbirliği, bu örgütlerin sicillerine yönelik cevaplanamaz bir suçlama oluşturmaktadır. Türkiye sahte solu, Yunan fikirdaşlarını alkışlayarak, Türkiye’de işçi sınıfına karşı benzer siyasi suçlar işlemeye hazır olduğunu göstermiştir.
Devrimci İşçi Partisi’nin (DİP) rolü
Dördüncü Enternasyonal’i Stalinizm ile ittifak halinde “yeniden kurmayı” istediğini sahtekarca iddia eden DİP, bu gerici sahte sol çevreye bir örtü sağlamakta ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Türkiye’de Troçkizm uğruna mücadele eden bir şubesinin inşasını engellemeye uğraşmaktadır. DİP’in Savas Michael-Matsas’ın önderliğindeki EEK ile bağı, DİP’in CHP’ye ve Türk burjuvazisine yönelen küçük burjuva sahte sol partileri yüceltmesinde ve onlara politik bir örtü sağlamasındaki rolünü anlamak için siyasi bir anahtar sağlamaktadır.
Michael-Matsas, 1985-86 yıllarında DEUK ile Gerry Healy’nin önderlik ettiği Britanya’daki İşçilerin Devrimci Partisi (WRP) arasındaki bölünme sırasında, DEUK’un Healy’yi destekleyen Yunanistan şubesine önderlik ediyordu. Michael-Matsas, diğer şubelerle tartışmayı reddederek ve bu şubelerin Healy’nin izni olmadan toplanma yetkisi bile olmadığını öne sürerek, tümüyle ilkesiz bir temelde DEUK’tan koptu. Bu kopuşun altında, onun, Healy’nin geliştirmiş olduğu ve Sürekli Devrim teorisini reddeden ulusal oportünist yönelim ile hemfikir olması yatıyordu. Michael-Matsas, DEUK’tan kopmasından sonra, açık bir şekilde Yunanistan’daki kemer sıkma yanlısı sosyal demokrat Pasok’un yörüngesine girdi ve tıpkı Healy gibi, Mihail Gorbaçov’un perestroyasını (yeniden yapılanma) Sovyetler Birliği’nde “siyasi devrim”in başlangıcı olarak alkışladı.
Healy ile Michael-Matsas’ın Sürekli Devrim’i reddetmelerindeki belirleyici bir husus, Ortadoğu burjuvazisine ilerici, hatta devrimci bir rol yüklemeleriydi. Michael-Matsas 1979 İran devriminin patlak vermesinden sonra, 1983’te İran’a gidip, iktidara gelmelerinin ardından devrime önderlik etmiş olan işçi kitlelerini bastıran teokratik güçleri desteklemişken; Healy, DEUK’tan gizli olarak ilkesiz finansal bağlar kurduğu Irak, Libya ve başka yerlerdeki ulusal rejimlerle işbirliği yapmıştı.
Onlar bu şekilde, DEUK’un 1953’teki kuruluşundan beri emperyalizme, Stalinizme ve burjuva milliyetçiliğine karşı uluslararası işçi sınıfına devrimci perspektif sağlama mücadelesini reddettiler. Healy ile Michael-Matsas, artık, 1953’te Michel Pablo ile Ernest Mandel’in önderlik ettiği ve Troçkist hareketi Stalinizm ve burjuva milliyetçiliği içinde siyasi olarak tasfiye etme çağrısı yapmış olan küçük burjuva kampa dahil olmuştu. DEUK’un WRP içindeki Pablocu güçlere karşı mücadelesi, söz konusu parti içindeki ulusal oportünist dönekler ile 1985-86’da yaşanan bölünme ile sonuçlandı. Stalinizme ve burjuva milliyetçiliğine karşı mücadelenin doğruluğu –ki bölünmenin temelinde bu yatıyordu– sadece beş yıl sonra, Kremlin’in Sovyetler Birliği’ni dağıtması ve Rusya’da kapitalizmi restore etmesi ile çarpıcı biçimde kanıtlandı. Emperyalist savaşın önündeki başlıca askeri engelin ortadan kalkması, Ortadoğu’da otuz yıldır sonu gelmeyen savaşın önünü açmıştı.
Otuz yıl sonra, DİP’nin gerici manevraları doğrudan doğruya bu Pablocu yöneliminden kaynaklanmaktadır. DİP, bir yandan CHP’ye ve onun üzerinden ABD ve Avrupa emperyalizmine yönelirken, aynı zamanda AKP’nin dostluğunu ilerlettiği Moskova ile Pekin’de gelişen kapitalist egemen seçkinlerle de dostça ilişkiler geliştiriyor. DİP’in politikası, WSWS’nin daha önce dikkat çektiği gibi, “Putin’in, ABD emperyalizminin egemenliğine bir tür emperyalizm karşıtı alternatif, bir denge ağırlığı sunma potansiyeline sahip olduğu” biçimindeki “yeni Pablocu perspektif” ile tamamen uyumludur.
DİP, Rus devleti ile derin bağlar bulunan Darya Mitina gibi Rus Stalinistleriyle sıkı bir işbirliği sürdürüyor. Mitina’nın eşi ve siyasi ortağı olan, kendisiyle birlikte Rusya’daki Stalinist Birleşik Komünist Parti’yi (OKP) temsil eden Said Gafurov, EEK’in Yunanistan’daki yaz kampına katılanlar arasındaydı. Gafurov, 2014’te, Kremlin yanlısı bir haber ajansı olan IA Regnum ile yaptığı röportajda, “Rusya Federasyonu devlet başkanının danışmanı” olarak takdim edilmiş biridir.
DİP, NATO ve AB yanlısı Kürt milliyetçisi HDP’yi de Haziran 2018 seçimlerine kadar desteklemiştir. Doğrusu, DİP’in burjuva milliyetçi HDP’yi destekleme gerekçeleri, bugün müttefiklerinin Erdoğan’a karşı CHP’yi desteklemek için kullandıklarıyla aynıydı. 2015’teki 7 Haziran seçimi öncesi İngilizce bir yazısında Sungur Savran, “Biz, bir HDP zaferini, Erdoğan’ın ve AKP’nin işçi karşıtı gerici politikasına yönelik bir darbe olarak görüyoruz,” diyordu. DİP’e göre “HDP ne bir işçi partisi ne de bir burjuva partisi” idi. DİP’in bir bildirisinde ise aynı tavır şu şekilde ifade edilmişti: “Bugün işçi düşmanı AKP iktidarının düşüşünü hızlandırmak için HDP’ye oy vermek yine işçi ve emekçilerin çıkarlarını yansıtan en doğru seçenektir.”
DİP’in Pablocu perspektifi, kendisinin de bir parçası olduğu bütün bir sahte sol tabakanın Ankara’ya ve emperyalizme her zamankinden daha fazla yöneldiği bu yılki seçim kampanyasında kendisini açıkça sergilemiştir.
“Emeğin çatısı altında yüzde 99’u birleştirme” ve Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasını yeniden yazmak üzere bir Kurucu Meclis çağrısı yapan DİP, CHP önderliğindeki ittifakın Erdoğan’a yönelik bir “Amerikan muhalefeti” olduğu uyarısında bulundu. 2 Nisan’da yaptığı açıklamada DİP şunları yazmıştı: “…işçi sınıfının birleşik cepheye, genel olarak emekçi halkın ise sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir siyasal odağa ihtiyacı vardır. Bu doğrultuda sosyalistler başta olmak üzere ekmek ve hürriyet isteyen tüm güçler CHP’nin başını çektiği Amerikan muhalefetinden derhal kopmak zorundadır. Bugün bunu yapmayan sol ve sosyalist güçler kısa süre içerisinde bu cephenin halka karşı işleyeceği suçlara ortak olmak dolayısıyla insan içine çıkamaz duruma düşebilirler.”
DİP’in “sol ve sosyalist” müttefiklerini “Amerikan muhalefetinden” kopmaya çağırması siyasi bir sahtekarlıktır. İlk olarak, ABD ya da Avrupa emperyalizmini desteklemenin solculuk veya sosyalistlik ile hiçbir ilişkisi yoktur ve DİP müttefiklerinin bunu yaptığını adeta itiraf etmektedir. İkincisi de DİP, kendisinden daha açık bir şekilde emperyalizm yanlısı olan ortakları ile aslında aynı sınıfsal yönelime sahiptir ve bizzat kendisi CHP’yi Erdoğan’a karşı mücadeleye önderlik etmeye çağırmıştır. Son tahlilde DİP, en az ÖDP, EMEP ve benzeri partiler kadar “halka karşı suçlar”ın ortağı konumundadır.
DİP’in ÖDP ya da EMEP ile farklılıklarının temelinde sınıfsal yönelime ya da siyasi stratejiye ilişkin ilkesel ayrımlar değil, dış politika üzerine onun Moskova rejimiyle Pablocu bağlarıyla ilişkili taktiksel fikir ayrılıkları yatmaktadır. DİP’in çeşitli burjuva devletlere ve partilere doğru zikzakları siyasi olarak tutarsız ve tümüyle ilkesizdir. DİP, bir taraftan meclisteki burjuva partilerini “sine-i millete dönmeye” çağırırken, CHP’yi –yanlış ve popülist milliyetçi bir şekilde– bir “Amerikan” partisi olarak kınayabilmektedir. Diğer taraftan da birden, CHP üzerinden Washington’a ya da Berlin’e yönelen partileri “sol” ve “sosyalist” olarak tanıtmaktadır. Fakat DİP’in çeşitli oportünist zikzaklarında tutarlı olan tek şey, Ortadoğu genelinde ve uluslararası ölçekte emperyalist savaşa ve kapitalist egemen sınıflara karşı bağımsız bir uluslararası işçi sınıfı mücadelesi geliştirmeyi savunan Troçkist perspektife karşıtlığıdır.
Oysa gelişmekte olan harekete uygun tek siyasi perspektif, bu Troçkist perspektiftir. Sudan, Cezayir ve Mısır’daki askeri rejimlere karşı kitle hareketleri; ABD’li öğretmenlerin, otomotiv işçilerinin ve Meksika’daki Matamoros işçilerinin grevleri; Fransa’da toplumsal eşitsizliğe karşı düzenlenen ve Irak’a kadar yayılan “sarı yelek” protestoları; İran’da geçtiğimiz yıl meydana gelen kemer sıkma karşıtı protestolar ve Porto Riko ile Hong Kong’daki son kitlesel protestolar, emperyalist savaşa ve kapitalist diktatörlüğe karşı bir hareketin ilk aşamalarıdır. Dünyanın dört bir yanındaki işçiler arasında, ordu-polis baskısına ve tırmanan toplumsal eşitsizliğe yönelik öfke büyüyor ve giderek daha çok patlak veriyor.
Bu durumda, DEUK’un ve destekleyicilerinin sahte sol partileri Troçkist bir tarihsel ve uluslararası perspektif temelinde teşhir etmesi, son derece stratejik bir önem taşımaktadır. Sahte solun “sol” ya da “sosyalist” politika ile bütünüyle yanlış bir şekilde özdeşleştirilmesi, işçi sınıfının gelişen başkaldırı niteliğindeki mücadelelerini devrimci bir mücadele içinde birleştirme konusunda işçileri tamamen perspektifsiz bırakmaktadır. Onlar bunun yerine, işçilere, ileriye giden yolun, işçileri CHP gibi savaş ve baskı partilerine bağlayan şu ya da bu ulusal taktiğin denenmesinden geçtiğini anlatıyorlar.
Türkiye’deki sahte sol partilerin günümüzdeki sicili ve burjuvazi ile manevralarının iflası, Troçki’nin Sürekli Devrim teorisinin doğruluğuna muhteşem bir örnek oluşturmaktadır. Geç kapitalist gelişmeye sahip ülkelerde, kapitalist sınıf demokratik bir rejim kurmaktan veya emperyalizmle olan derin bağlarını koparmaktan acizdir. Bu görevler, uluslararası bir proleter sosyalist devrim uğruna mücadelede harekete geçen işçi sınıfına düşmektedir. Karşı karşıya olunan görev, bu perspektifi ilerletmek ve işçi sınıfının devrimci önderliğini, yani DEUK’un Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik’i inşa etmektir.