Pazartesi günü öğleden sonra, ABD Başkanı Joe Biden, Afganistan’daki ABD destekli kukla hükümetin çöküşü üzerine ulusal televizyonda bir konuşma yaptı.
Amerikan emperyalizminin Afganistan’da uğradığı ve birçok bakımdan Vietnam Savaşı’ndaki yenilgisini bile gölgede bırakan facianın ölçeği ve tarihsel etkisi, bir Amerikan başkanının son yarım yüzyılda yaptığı belki de en kasvetli konuşmada ifadesini buldu.
Biden, Amerikan savaşının çıkmaza girmiş olduğunu kabul etti, dört ABD başkanının çatışmayı devam ettirdiğini ve bunu beşinciye devretmeyi reddettiğini ilan etti. Afganistan’da ölmek için kaç Amerikalıyı daha göndermesi gerektiğini sordu ve savaşın halk desteğine sahip olmadığının farkında olduğunu gösterdi.
Konuşma sırasında Biden, ABD’nin Afganistan’ı istila etmek için kullandığı bahanelerin yalan olduğunu fiilen kabul etmiş oldu. Bush yönetiminin ve tüm medyanın ABD istilası ve işgalinin temel amacının demokrasiyi ve Afgan halkının refahını teşvik etmek olduğu yönündeki iddialarına rağmen, Biden, bunların ABD’nin umurunda bile olmadığını şöyle ifade etti:
“Afganistan’daki görevimizin asla ulus inşası olmaması gerekiyordu. Asla birleşik bir merkezi demokrasi yaratmak olmaması gerekiyordu. Afganistan’daki tek hayati ulusal çıkarımız, her zaman olduğu gibi bugün de, Amerikan anavatanına yönelik bir terörist saldırıyı engellemek olmayı sürdürüyor.”
Başka bir deyişle, Afganistan’daki savaşı başlatan George W. Bush’un “bir halkı açlıktan” kurtarmak “ve bir ülkeyi acımasız baskılardan özgürleştirmek” istediği iddiası bir yalandı.
Biden’a göre, ABD’nin Afganistan’daki bozgunu için biri suçlanacaksa, bu, yirmi yıl boyunca kendilerine suikastlar düzenleyen, işkence eden ve bombalayan ABD ordusuna nankörlük eden Afgan halkıydı.
Bush yönetiminin demokrasi inşa etmek ve Afganistan halkına refah getirmek konusunda yalan söylediğini fiilen kabul ederken bile, Biden, bir başka yalanı ısrarla vurguladı: ABD savaşının 11 Eylül saldırılarının ardından terörle mücadele için başlatıldığı yalanı.
Ne var ki, ABD’nin ülkenin insanları için çok feci sonuçlar doğuran Afganistan müdahalesi 20 yıl önce değil, 1978’de Jimmy Carter’ın başkanlığı sırasında başlamıştır. Müdahale, Kabil’deki Sovyet destekli hükümete karşı isyancıları harekete geçirerek bir iç savaş kışkırtma ve Carter’ın baş stratejisti Zbigniew Brzezinski’nin sözleriyle, Moskova’ya “kendi Vietnam’ını” yaşatma gayretiyle başladı.
Bu politika, CIA Direktörü William Casey’nin Suudi Arabistan ve Pakistan’ı Ortadoğu’nun her yerinden İslamcı köktendincileri savaşa katılmaları için toplamaya ve silahlandırmaya teşvik ettiği Reagan yönetimi döneminde saldırgan bir şekilde sürdürüldü ve El Kaide ile Usame bin Ladin’in yükselişine yol açtı.
Taliban, Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinin ve SSCB’nin dağıtılmasının ardından, daha sonraki bir aşamada aynı süreçten ortaya çıktı. Clinton yönetimi, Pakistan hükümeti üzerinden, bu İslamcı hareketi, bir istikrar gücü ve ABD’nin Orta Asya’nın petrol kaynaklarına erişimi için muhtemel bir araç olarak destekledi.
Biden bu maziyi silerken, Amerika’nın Afganistan’a müdahalesinin son yirmi yılı hakkında söyledikleri, dört yönetimin politikalarının kendi kendini ifşa etmesi anlamına geliyordu.
Biden, “Amerikan halkına her zaman şu sözü verdim: size karşı dürüst olacağım,” dedi. Bu, 2001 istilasının sebepleri de dahil olmak üzere, ABD hükümetinin savaş hakkında söylediği her şeyin yalan olduğunun üstü kapalı bir itirafıydı.
Konuşma, Biden’ın başkan yardımcısı olarak görev yaptığı Obama yönetimine yönelik açık eleştirisiyle dikkat çekiciydi. Biden, 2009’da Afganistan’daki ABD birliklerinin toplam 100.000’e ulaşan sayısına ve özellikle Afgan siviller arasında artan zayiata karşı kendisinin muhalefet ettiğini aktardı. Bu asker artışı aynı zamanda ABD askerleri arasındaki zayiat sayısında da rekor bir artışa yol açmıştı.
Obama, 2008’de başkanlık için yarışırken, tüm savaşlara değil de sadece Irak’taki gibi “saçma” savaşlara karşı olduğunu, Afganistan’daki savaşı ise desteklediğini söylemişti. Seçildikten sonra Obama, savaş karşıtı numaralarını bıraktı ve yönetimi, ABD tarihinde iki tam dönem boyunca sürekli savaşta olan ilk başkan oldu.
Şirket medyası, Biden’ın konuşmasına açık bir düşmanlıkla yanıt verdi. Medya uzmanları, Biden’ın, medyanın uzun süredir gizlediği gerçekleri açıkça kabul ettiğinden endişe duyuyor. Medya, Afganistan müdahalesini terörle mücadele, demokrasi inşa etme ve kadınların statüsünü yükseltme eylemi olarak destekledi.
Elbette, Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen veya Somali’de Amerikan bombaları ve insansız hava aracı füzeleri ile yakılan kadınların durumu hakkında hiçbir şey söylenmemeliydi. Suudi Arabistan ve Körfez şeyhlikleri gibi Amerikan müttefiklerinin kadınlara yönelik acımasız muamelesi hakkında da sessiz kalınmalıydı.
Afgan tercümanların, büyükelçilik çalışanlarının, Amerikan işgaliyle işbirlikçilerin ve Taliban’ın ilerleyişinden kaçan diğerlerinin akıbeti üzerine geçen haftaki büyük yaygaraya gelince, ya Afgan kukla rejimi tarafından hapsedilen, CIA veya onun uşakları tarafından işkenceye maruz kalan on binlerce insan? Son haftalarda Taliban’ın hızlı ilerlemesinin önemli bir yönü de, her il merkezinde zindanların açılmasıydı; Bagram hava üssünde tutulan 5.000 mahkûm ve Kabil’in merkezindeki Puli Çarhi hapishanesindeki 5.000’den fazlası serbest bırakıldı.
New York Times’ın Pazar günü yayımlanan başyazısı, Afganistan’daki felaketin boyutu netleşirken şu iki bahaneye vurgu yapıyordu: kadınların kaderi ve ABD işgal rejimiyle çalışanların kaderi. Gazetenin her zaman yaptığı gibi, bu sözde insani kaygılar, Amerikan emperyalizminin bayatlamış “demokratik” iddialarını desteklemek için kullanılıyordu.
Editörler, “Afganistan’ın Trajedisi” başlığı altında savaşın sonucundan yakındılar, çünkü Amerika’nın “medeni hakların değerlerini, kadınların güçlendirilmesini ve dini hoşgörü kuralını” teşvik etme amacının “tam bir rüya olduğu kanıtlandı.” Yazı, “Amerikan güçleriyle birlikte çalışan ve bu rüyaya inanan Afganların, özellikle de bir ölçüde eşitliği benimsemiş olan kızların ve kadınların” kaderi için üzülüyordu.
Başyazı, savaşın 11 Eylül saldırılarına bir yanıt olarak başladığı ve daha sonra “yirmi yıllık bir ulus inşa projesine” evirildiği iddiasını yinelemeye devam ediyordu. Bunu, “bir görev sapması ve kibir hikâyesinin yanı sıra özgürlük ve demokrasi değerlerine olan Amerikan inancının da kalıcı hikâyesi” olarak adlandırıyordu.
Aslında, 20 yıllık savaş sırasında 2 trilyon doların çarçur edilmesi, Amerikan egemen sınıfının dünyanın askeri güç yoluyla fethine “kalıcı” bağlılığının bir kanıtıydı. Son günlerde Afgan rejimindeki yolsuzlukla ilgili —artık çöktüğü için— bitmek tükenmek bilmeyen haberler yapıldı ama savaştan büyük kazanç sağlayan daha da yozlaşmış Amerikan müteahhitleri ve şirketleri hakkında pek bir haber yapılmadı.
Resmi rakamlara göre, savaşta 100.000’den fazla Afgan öldürüldü; şüphesiz ki bu, gerçek sayının çok altında. ABD bu savaşı “kontrgerilla harekâtı” yöntemleriyle, yani terör yoluyla yürüttü: düğünleri ve hastaneleri bombalayarak, insansız hava araçlarıyla suikastlar düzenleyerek, insan kaçırarak ve işkence ederek. Savaşın en büyük vahşetlerinden birinde, 2015 yılında ABD uçakları Afganistan’ın Kunduz kentindeki Sınır Tanımayan Doktorlar hastanesine yarım saat süren bir saldırı düzenleyerek 42 kişiyi öldürdü.
Başka bir deyişle, Afganistan’ın trajedisi ABD’nin savaşı kaybetmesi değil, tarihsel olarak ezilen bu ülkenin Amerikan emperyalizmiyle trajik karşılaşmasıdır.