Perspektif

Amerikan kapitalizminin krizi derinleşiyor: Devlet borcu 30 trilyon doları geçti

ABD Hazinesi Bakanlığı’nın federal devlet borcunun 30 trilyon doları aştığını açıklaması, Amerikan kapitalizminin derinleşen tarihi krizinde bir dönüm noktasıdır.

Fakat kriz giderek daha habis biçimlere bürünerek kendini dışa vurmaya devam ediyor.

Washington’daki Capitol Hill’de bulunan ABD Kongre binası, 2 Kasım 2020. (AP Photo/Patrick Semansky)

New York Times, borç düzeyine ilişkin haberinde, bunu, “artan fiyatlar ve daha yüksek faiz oranları olasılığıyla boğuşurken ülkenin uzun vadeli ekonomik sağlığının kırılgan doğasının altını çizen uğursuz bir mali dönüm noktası” olarak nitelendirdi.

Bu borcun tam ölçeğini sıradan hayal gücünün kavraması neredeyse imkânsızdır. Biraz anlamlı hale getirmek gerekirse, 30 trilyon dolarlık devlet borcu, şu anda ABD’nin yaklaşık 23 trilyon dolar olan tüm gayrisafi yurtiçi hasılasından –bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin toplam değerinden– 7 trilyon dolar daha fazladır.

Üstelik borç artış hızı hızlanıyor. 2020’nin başında, devlet borcunun 2025’in sonunda 30 trilyon dolara ulaşacağı tahmin ediliyordu. Bu hızlanma, pandeminin bir sonucu olarak artan harcamalara yükleniyor. Ancak bu tür bir analiz iki hayati olguyu görmezden gelmektedir.

İlk olarak, koronavirüsün Amerikan ekonomisine uyguladığı şok, hem Trump hem de Biden döneminde hükümetin, özellikle başlangıçta, salgını kontrol altına alabilecek önemli halk sağlığı önlemlerini almayı canice reddetmesiyle kat kat büyütüldü. Bu tür önlemlerin borsayı olumsuz etkileyeceği korkusu buna yön verdi. Ayrıca, pandemi harcamalarının çoğu büyük şirketlere milyarlarca dolarlık yardım biçiminde dağıtılırken aynı zamanda onlara daha fazla vergi indirimi sağlandı.

İkincisi, borcun onlarca yıl geriye uzanan artışı, sosyal hizmetlere ve sosyal tesislere yapılan harcamalarda bir artış olmasının sonucu değildir. Aksine, bu harcamalar sürekli azaltılmıştır. Bu durum, daha ziyade, orduya yapılan harcamaların artmasının ve aşırı zenginler ile büyük şirketler için sürekli vergi indirimleri yapılmasının bir ürünüdür. Mevcut askeri bütçe 770 milyar dolarlık yeni bir rekor kırarken, çok sayıda çalışmanın gösterdiği gibi, aşırı zenginler ve büyük şirketler ya çok az vergi ödemekte ya da hiç vergi vermemektedir.

Bu politikalar Bush, Obama, Trump ve Biden yönetimleri döneminde istikrarlı bir şekilde uygulanmıştır.

Dahası, devlet borcunun artması, ABD ekonomisinin kâr birikimi biçiminde meydana gelen bir dönüşümden kaynaklanan daha derin süreçlerin sonucudur.

Kırk yıldan uzun süredir, finansallaşmanın yükselişine tanık olundu. Bu, kârların borsa aracılığıyla yapılan finansal işlemler tarafından giderek daha fazla biriktirildiği bir süreç oldu. Son iki yılda bu durum, Wall Street’in yeni rekorlara ulaşması ve pandemi milyarderlerinin kasasına trilyonlarca dolar aktarılmasıyla hız kazandı. En uç biçimini ABD’de alan aynı süreçler, dünyadaki her kapitalist ekonomide iş başındadır.

Ortaya çıkan acil sorular, bu borcun nasıl ödeneceği ve bunun işçi sınıfı üzerindeki etkilerinin neler olacağıdır.

Geçtiğimiz ay Dünya Ekonomi Forumu’nun sanal toplantısında konuşan ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, “borç sürdürülebilirliğini faiz oranı ortamı bağlamında değerlendirmenin önemli olduğunu” ve düşük faiz oranları nedeniyle ABD borç yükünün “oldukça yönetilebilir” olduğunu söylüyordu.

Devlet borcunun sözde “yönetimi”, ABD hükümeti tarafından çıkarılan ve finansal yatırımcılar tarafından satın alınan ABD Hazine bonoları piyasası aracılığıyla gerçekleşiyor. Ne var ki Mart 2020’de, Wall Street’in dibe vurduğu bir dönemde, devlet borçlarından bir kaçış olunca bu süreç tamamen bozuldu. Krizin zirvesinde, sözde dünyanın en güvenli ve istikrarlı finansal varlığı olan ABD Hazine bonolarına alıcı bulunamadı.

ABD ve dünya finans piyasalarını çökertme tehdidinde bulunan kriz, ancak saniyede 1 milyon dolar harcayarak finansal sistemin tüm alanlarını destekleyen ABD Merkez Bankası’nın (Fed) büyük bir müdahalesiyle önlendi. Sonuç olarak, 2008’de Fed, defterlerinde 800 milyar dolarlık varlığa sahipken, şimdi 9 trilyon doların biraz altında varlığa sahiptir.

Son on yılda, devlet borcu, devletin bir kolunun, hükümetin, Hazine bonosu şeklindeki borcu piyasaya çıkardığı, diğer bir kolun, merkez bankasının onu satın aldığı dairesel bir operasyonla finanse edildi.

Fed’in 2010 yılında ikinci parasal genişleme programını başlatmasından bu yana, Fed’in Hazine borcu alımlarının devletin tüm borçlanma gereksinimlerinin yüzde 60 ila 80’ini finanse ettiği hesaplanmış durumda.

Sonuç, hisse senedi fiyatlarının rekor seviyelere yükselmesini körükleyecek şekilde, faiz oranlarının tarihi seviyelerde düşük tutulması.

Ancak eski bir ekonomik deyiş vardır: Bir süreç doğası gereği sürdürülemez ise, o zaman durmalıdır. Peki ama bu mali cümbüş nasıl sona erecek?

Cevap, bizzat mali sermayenin doğasında bulunabilir. Mali sermaye özünde yağmacı bir karaktere sahiptir. Hiçbir finansal varlık kendi başına bir değer taşımaz; finansal varlıklar, değer üzerinde, özellikle de üretim sürecinde işçi sınıfından elde edilen artık değer üzerinde bir hak iddiasıdır.

Karl Marx’ın belirttiği gibi, mali sermayenin özü “üretim yoluyla değil, başkalarının mevcut servetini cebe indirerek zengin olma” dürtüsüdür.

Amerikan kapitalizminin tüm yapılarına artık derinden işlemiş olan bu dürtü, iki biçim almaktadır: dışarıda savaş ve içeride işçi sınıfına karşı toplumsal karşıdevrim.

Biden yönetiminin Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı artan provokasyonları, büyük ölçüde ABD’de yükselen toplumsal ve siyasi gerilimleri dışa yansıtma amacından kaynaklanıyor. Ayrıca iş başında olan daha uzun vadeli ekonomik faktörler var.

Sovyetler Birliği’nin 1991’de Stalinist bürokrasi tarafından tasfiye edilmesinden bu yana, ABD egemen sınıfının en önemli kesimleri ve temsilcileri (ölmüş olan Demokrat Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski bunlardan biriydi), Rusya’nın geniş kaynaklarının yağmalanmasını, Amerikan kapitalizminin ekonomik çöküşünün üstesinden gelmenin bir yolu olarak gördüler.

Mali sistemin, devlet borcunun daha önce hayal edilemez boyutlara tırmanmasında örneklenen krizi, özünde bir değer krizidir. Ve kapitalist ekonomideki tek değer kaynağı işçi sınıfıdır. Devlet borcunun bir parçası olduğu hayali sermaye dağına ancak işçi sınıfının sömürüsünü yeni düzeylerde yoğunlaştırarak değer kazandırılabilir.

Küçük olaylar bazen daha büyük gelişmelere ışık tutar. İşçilerin işe giriş ücretini saat başına 15 dolardan 16 ile 18 dolar arasına yükseltmeye zorlanan bir şirketin genel müdürünün yorumunu öne çıkaran yakın tarihli bir Wall Street Journal makalesinin önemi buradadır. Söz konusu genel müdür “İşgücü maliyetlerine yönelik bu hiperenflasyonun ne zaman sona ereceğini bilmiyoruz,” diyerek kaygısını dile getiriyordu.

Bu arada, Bloomberg’deki bir habere göre, Amazon’un sahibi Jeff Bezos gibi pandemi milyarderleri, siparişleri bir önceki yıla göre yüzde 77 artan milyonlarca dolarlık süper yat alımlarında birbirleriyle yarışıyor.

Sınıf savaşı hatları çiziliyor. Egemen sınıfın net bir gündemi var: kendisini daha fazla zenginleştirmek için yağma savaşları ve ücretlere, halkın sosyal koşullarına büyük bir saldırı.

İşçi sınıfı, buna dikkatle hazırlanmış kendi bağımsız programıyla yanıt vermelidir: sosyalizm uğruna mücadele, kapitalist kâr sisteminin sona erdirilmesi ve bu ölüm kalım mücadelesine önderlik edecek devrimci partinin inşası.

Loading