Bu yazı ilk kez 28 Kasım 2014’te yayımlandı.
29 Kasım Cumartesi günü, Vilnius’te düzenlenen ve Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in Avrupa Birliği ile Ortaklık Anlaşması imzalamayı reddettiği Doğulu Ortaklık Zirvesi’nin birinci yıldönümü. Bir yıl sonra, Ukrayna, 4.000’den fazla insanın yaşamına malolmuş bir iç savaşa saplanmış durumda. NATO, Rusya’yla, insanlığı nükleer bir imha ile tehdit eden silahlı bir çatışmanın eşiğinde.
Bu nasıl oldu? Batı propagandası, bu soruyu beş harfle yanıtlıyor: PUTİN.
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in suçlamalarına göre, Rusya Devlet Başkanı “etki alanları” çerçevesinde düşünüyor, uluslararası hukuku çiğniyor ve “Avrupa’daki barış çerçevesini” tehlikeye sokuyor.
Medya eliyle günde 24 saat yayılan bir propaganda dalgası, halkı, Ukrayna’nın refah içinde bir demokrasi ve Avrupa’nın bir barış cenneti haline gelmesini önleyen tek şeyin Kremlin’deki kabadayı olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Dünya Sosyalist Web Sitesi (WSWS), Rusya Devlet Başkanı’nı hiçbir şekilde desteklememektedir. Putin, Rusyalı oligarkların çıkarlarını temsil eden sağcı bir milliyetçidir ve bizim savunduğumuz sosyalist ve enternasyonalist hedeflere cepheden karşıdır. Ama krizin son 12 ay içindeki tırmanmasından Rusya’yı sorumlu tutmak, gerçekliği tersyüz etmektir.
Resmi propagandaya karşı koyan az sayıdaki Batılı sesten biri, Chicago Üniversitesi’nin siyaset bilimi profesörlerinden John J. Mearsheimer’dir. O, Foreign Affairs dergisinin Eylül-Ekim sayısında, Putin’in saldırgan olmadığını belirtiyor. “Krizin sorumluluğunun büyük kesimini, ABD ve onun Avrupalı müttefikleri paylaşmaktadır. Sorunun ana kökü, Ukrayna’yı Rusya’nın yörüngesinden çıkartıp Batı’ya bütünleştirme stratejisinin asli unsuru olan NATO’nun genişlemesidir.”
Mearsheimer, yazısını, “Putin’in geri çekilmesi sürpriz olmamalı… Onun Ukrayna’daki olaylara yönelik tepkisi saldırgan değil savunmacıydı.” diye sürdürüyor. O, ABD’nin, “uzaktaki büyük güçlerin, kendi sınırları şöyle dursun, batı Yarımküre’nin herhangi bir yerine askeri güç konuşlandırmasına hoşgörü göstermeyecek” olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Çin’in etkili bir askeri ittifak inşa etmesi ve Kanada ile Meksika’yı ona dahil etmeye çalışması durumunda Washington’daki öfkeyi hayal edin.”
Yeni gerçekçilik olarak bilinen uluslararası ilişkiler ekolünün yandaşlarından biri olan Mearsheimer, devletler arasındaki çatışmaları inceliyor ama Ukrayna’daki krizde de rol oynayan ekonomik ve toplumsal konularla ilgilenmiyor. Bununla birlikte, onun, ABD’nin bir dünya gücü konumunu sürdürmek için Rusya’yı kuşatmakta olduğu ve Almanya’nın bir dünya gücü haline gelmeye çabaladığı iddiası doğrudur.
NATO’nun ve AB’nin Doğu Avrupa’ya yayılmasının daha ileri bir boyutu var. Bu yayılma, Ukrayna’yı ve sonuçta bizzat Rusya’yı bir tür yarı-sömürgeye; Batılı şirketler için bir ucuz emek ve hammadde deposuna; serbest yatırım fonları ve Batılı bankalar için kar kaynağına dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla, onlar, NATO ile AB’ye tabi ve işçi sınıfını vahşice ezen bir yönetime ihtiyaç duyuyorlar.
Yanukoviç’in bir yıl önce imzalamayı reddettiği ve onun devrilmesinin ardından yeni yönetim tarafından kabul edilen Ortaklık Anlaşması’nın amacı buydu.
Bu anlaşma, siyaset seçkinlerini ve orta sınıfın küçük bir kesimini AB’den gelen rüşvetlerle ayartırken, Ukraynalı oligarkların varlıklarını korumakta ve Ukrayna’yı Batılı şirketlere ve bankalara açmaktadır. Onun, nüfusun geniş kesimlerine verebileceği tek şey, “Yunan ilacı”, yani, IMF ve AB tarafından saptanmış kemer sıkma programları; sosyal yardım, eğitim, sağlık ve yönetim alanlarındaki harcamalarda büyük kesintiler; fabrikaların kapatılması ve özelleştirilmesidir.
Yanukoviç, Ortaklık Anlaşması’nı başlangıçta desteklemişti ama sonuçta, kendi siyasi geleceğinden kaygı duyduğu için ona karşı çıkmaya karar verdi. O, AB tarafından talep edilen kesintileri, zaten son derece yoksul olan bir ülkede uygulaması durumunda toplumsal bir patlama olacağından korktu. AB derhal büyük kesintiler yapılması konusunda ısrar ederken, Rusya, Ukrayna’ya ucuz krediler teklif etti.
Ukrayna’yı buna rağmen NATO’ya ve AB’ye bağlamak için, bir darbe düzenlemek ve faşist güçleri seferber etmek gerekiyordu. Maidan’daki protestolar, en başından itibaren, Batı destekli güçlerin etkisi altındaydı. ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Victoria Nuland, sonradan, ABD’nin bu güçlere 1991’den beri 5 milyar dolar para yatırmış olduğunu kabul etti.
Başlangıçta, yalnızca birkaç bin kişi sokaklara çıkmıştı ve ortada, yaygın bir AB yanlılığının belirtisi yoktu. Kamuoyu yoklamaları, son on yıl boyunca, Ukrayna halkının yüzde 30-40 kadarının AB ile bütünleşmeden yana olduğunu, hemen hemen aynı oranda insanın Rusya ile birleşmeyi desteklediğini gösteriyor.
Protestoların sözcüleri tanıdık isimlerdi: 2004’teki ABD destekli Turuncu Devrim’in temsilcilerinden Arseniy Yatsenyuk; Almanya’da yaşamış, CDU’ya bağı Konrad Adenauer Vakfı ile sıkı bağları olan profesyonel boksör Vitaliy Kliçko; faşist Svoboda partisinin önderi Oleh Tjahnibok. NATO ülkelerinden hükümet üyeleri ve milletvekilleri, diplomatik kurallardan bütünüyle koparak, açıkça, devlet dairelerini kuşatmış olan ve seçilmiş devlet başkanının devrilmesini talep eden göstericilere karıştılar.
Yanukoviç göstericilerin taleplerine boyun eğmeyi reddettiğinde, silahlı sağcı gruplar Maidan’daki olaylara egemen olmaya başladılar. Svoboda, üyelerini, ülkenin batısındaki kalelerinden Kiev’e gönderdi. Aniden, Neo-Nazilerin ve paramiliter milislerin bir ittifakı olan Sağ Sektör ortaya çıktı.
Yanukoviç, 21 Şubat’ta, bir geçici hükümet oluşturulmasını ve erken seçim yapılmasını kabul etmişti. Sağcı milisler tarafından tehdit edilen Yanukoviç, aynı gece kaçtı. 22 Şubat günü, muhalifler Kiev’de iktidarı ele geçirdi. Batılı güçler tarafından örgütlenmiş ve faşist çeteler tarafından desteklenmiş olan bu darbeyi “demokratik devrim” gibi gösterme işi, Batı medyasına ve bir dizi sahte solcu örgüte kaldı.
İktidarın Kiev’deki aşırı milliyetçiler tarafından ele geçirilmesi, özellikle de ülkenin büyük ölçüde Rusça konuşulan doğu bölgesinde korkuya ve paniğe yol açtı. Kırım, Kremlin’in desteğiyle bağımsızlığını ilan etti ve Rusya Federasyonu’na katıldı. Rusya yanlısı ayrılıkçılar Donetsk ile Luhansk’ta iktidarı aldılar ve o zamandan beri merkezi Ukrayna hükümeti ile savaşıyorlar.
Bu arada, ABD ve Almanya, kendilerinin yol açtıkları krizi, sistematik bir şekilde, Rusya üzerindeki askeri ve ekonomik baskıyı arttırmak için kullanıyor. NATO, Doğu Avrupa’ya birlikler gönderdi, Rusya sınırı boyunca gözetleme uçuşlarını arttırdı, Rusya çevresinde kara ve deniz manevraları örgütledi ve sürekli silahlanıyor. ABD ile AB Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlar uyguluyor ve ülkenin uluslararası finansmana erişimini engelliyor.
Bu tehlikeli tırmanmanın ve onunla bağlantılı savaş tehlikesinin gerçek nedenlerini bulmak için, Kremlin’e değil ama Beyaz Saray’a ve Berlin’deki Başbakanlık Binası’na bakmak gerekir. Emperyalist güçler, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi, dünya kapitalizminin krizine ve artan toplumsal gerilimlere, savaş ve diktatörlük ile yanıt veriyorlar.
Ferguson’daki olaylar, Amerikan toplumunun bir toplumsal patlamanın eşiğinde olduğunu gösteriyor. Aynı durum, aralıksız kemer sıkma dalgalarının toplumun geniş kesimini yoksulluğa ve işsizliğe sürüklediği Avrupa için de geçerli. Egemen seçkinler, içeride ve dışarıda militarizmle; yeni etki, pazar ve hammadde alanlarının zaptıyla karşılık veriyor ve buna devletin gözetleme ve baskı aygıtlarının geliştirilmesi eşlik ediyor.
Bu gelişmeye karşı koymanın tek bir yolu var: savaşa karşı mücadeleyi onun temel nedeni olan kapitalist sisteme karşı mücadele ile birleştiren bir uluslararası sosyalist işçi sınıfı hareketinin inşası.