Perspektif

Bastille Günü 1789—Bastille Günü 2023

Bastille baskını ve Vali M. de Launay'nin tutuklanması, 14 Temmuz 1789. [Photo: Anonymous]

14 Temmuz Cuma günü, Fransız Ancien Régime’in –monarşi ve aristokrasinin egemenliğinin dayandığı feodal mülkiyet ilişkilerinin Eski Rejim’inin– adaletsizliğini ve baskıcı gücünü sembolize eden Paris’teki kale Bastille’e yapılan baskının 234. yıldönümüydü. Parisli kitlelerin patlamasından önceki aylar ve haftalarda, uzun süredir devam eden siyasi kriz istikrarlı bir şekilde gelişmekteydi. Devletin iflası ve skandallar hükümetin prestijini ve otoritesini sarsmıştı. Fransa’nın farklı “Zümreler” halinde örgütlenmiş toplumsal yapısındaki derin bölünmeler siyasi yaşamın yüzeyine çıkıyordu. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve yükselen burjuvazinin başını çektiği “Üçüncü Zümre”, aristokrasinin iki zümresinden bağımsız ve onlara muhalif bir şekilde örgütlenmeye başlamıştı.

Bastille duvarlarının dışındaki kitlesel gösteriler, kalenin içinden top ateşiyle karşılandı. Ancak kitleler silahlanarak şehrin askeri muhafızlarının bir kısmını kendi taraflarına çekti. Kalenin duvarları, kaleyi savunanlardan kanlı bir şekilde intikam alan kitleler tarafından aşıldı. Jean Jaurès, 1901-1904 yılları arasında yazdığı Fransız Devrimi’nin Sosyalist Tarihi’nde şunları yazmıştır:

Bastille’in alınmasının etkisi muazzamdı. Tüm dünya halkları için insanlığın hapishanesi düşmüş gibi görünüyordu. İnsan Hakları Bildirgesi’nden daha büyük bir olaydı bu; halkın insan haklarının hizmetindeki gücünün ilanıydı. Paris’ten evrenin mazlumlarına ulaşan sadece ışık değildi. Köleliğin karanlık gecesine hapsedilmiş milyonlarca yürekte, özgürlüğün ilk şafağı tam da aynı anda doğdu.

Paris’in 30 kilometre güneyinde bulunan Versay’daki sarayına yerleşmiş olan Kral XVI. Louis, akşam geç saatlerde Duc de la Rochefoucauld-Liancourt tarafından uykusundan uyandırılıp kendisine bir rapor verilinceye kadar ayaklanmadan haberdar olmadı. “Peki, bu bir isyan mı?” diye sordu gergin hükümdar. “Hayır, efendim,” diye cevap verdi Dük. “Bu bir devrim!”

Amerikalı kolonilerin Britanya’ya karşı zaferini tescilleyen Paris Antlaşması’ndan sadece altı yıl sonra Fransa’da gerçekleşen devrim, dünya tarihinde yeni bir çağın başlangıcına işaret ediyordu. Devasa ölçeği ve siyasi dinamizmiyle, Troçki’nin daha sonra “kitlelerin kendi kaderlerine hükmetme alanına zorla girişi” olarak adlandıracağı şeyi somutlaştırmıştı.

Devrim, muazzam bir sosyal, ekonomik ve kültürel mayalanma döneminin siyasi doruk noktasıydı. Aydınlanma olarak bilinen ve insanlığın sorunlarını çözmek için aklın gücünü savunan düşünsel devrim tarafından haber verilmişti. Çağın büyük maddeci filozofları, insan toplumunun bilimsel olarak incelenmesine ve dolayısıyla adaletsizliklerini ve kralların ilahi haklarını dini mitolojiyle meşrulaştıran arkaik bir ekonomik, sosyal ve siyasi düzenin eleştirisine güçlü bir entelektüel itki sağladılar.

En radikal Aydınlanma düşünürleri eleştirilerini toplumsal eşitsizliğe ve zenginlerin ayrıcalıklarına odakladılar.

1755’te Jean-Jacques Rousseau, bugün de yankılanan sözlerle soruyordu: “Toplumun tüm avantajları güçlüler ve zenginler için değil mi? Tüm kazançlı mevkiler yalnızca onlar tarafından doldurulmuyor mu? Tüm ayrıcalıklar ve muafiyetler onlar için ayrılmamış mıdır? Ve kamu otoritesi tamamen onların lehine değil midir? Yüksek mevkideki bir adam alacaklılarını soyduğunda ya da başka şekillerde hile yaptığında, her zaman cezasız kalacağından emin değil midir?”

Rousseau’nun 1762’de yazdığı en ünlü eseri olan Toplum Sözleşmesi, “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur” sözleriyle başlar.

O dönemin büyük düşünürlerinin sosyal eleştirisi kendini hemen devrime dönüştürmedi. Entelektüel emeklerinin sonuçlarının kitlelerin eylemlerinde ifadesini bulması için onlarca yıl gerekti. Ancak Fransız Devrimi ivme kazandıkça, nüfusun daha geniş katmanlarını siyasi faaliyete dahil etti ve giderek daha radikal boyutlar kazandı. Monarşinin sona ermesi, feodal ayrıcalıkların ve mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bir cumhuriyetin kurulması ve kralın idam edilmesi gibi 1785’te hayal bile edilemeyecek şeyler, izleyen on yılın sonunda gerçeğe dönüşmüştü.

Lev Troçki Rus Devrimi’nin Tarihi’nde Fransa’daki olaylar hakkında şöyle yazar:

Terbiyeli burjuvazinin ayakları altında ezilen toplumun temelleri sanki canlanıp harekete geçmiş gibidir, o topak kütle içinden insan başları ve nasırlı eller dışarıya uzanmış, boğuk ama güçlü sesler yeri göğü inletiyor gibidir. Devrimin kaleleri olan Paris’in mahalleleri kendi hayatlarını yaşamaktadırlar. Herkes tarafından tanınmışlar -onları tanımamak mümkün müydü!- ve ilçeler şeklinde örgütlenmişlerdi. Ama sürekli olarak yasallık sınırlarını aşıyorlar ve kanuna rağmen saflarını paryalara, fakirlere ve sans-culottes’lara [baldırı çıplaklara] açarak aşağıdan gelen tazı kanı bünyelerine katıyorlardı. [1]

Devrim, gericiler tarafından öfkeli bir nefretle karşılandı. Muhafazakârlar ve ılımlılar devrimin “aşırılıklarını” kınadı. Ama en ilerici düşünürler devrimi savunmak için bir araya geldi. Louis’nin idamını ve devrimi savunmak için estirilen terörü kınayanlara yanıt veren Thomas Jefferson, devrimin yenilgisine tanık olmaktansa “dünyanın yarısının ıssızlaştığını” görmeyi tercih edeceğini söyledi. “Her ülkede bir Âdem ile bir Havva kalsaydı ve özgür bırakılsalardı, şimdiki halinden daha iyi olurdu,” diye yazmıştı.

Fransız Devrimi’nin bugün için önemi nedir? Elbette burjuva demokratik devrim çağında değil, sosyalist devrim çağındayız. Bununla birlikte eşitsizliğe, mülkiyete ve kurulu düzene yönelik devrimci eleştirinin özü, kapitalist çürüme ve kriz koşullarında muazzam bir güç kazanmaktadır.

Paris’in bu yıl aynı sokak ve caddelerde kitlesel protesto ve grevlere sahne olması, bunu özellikle apaçık göstermektedir. Fransa işçileri henüz kapitalizmi giyotine göndermediyse de, mücadelelerinin içeriği doğrudan “zenginlerin başkanı” Emmanuel Macron’a karşı siyasi bir mücadele verme ve mevcut sosyal, siyasi ve ekonomik düzenin yıkılması ihtiyacını gündeme getirmektedir. Macron, emeklilik kesintileri ve polis şiddeti protestolarına karşı uyguladığı acımasız baskıdan hemen sonra, Cuma günü muazzam bir yoksulluk ve sefalet toplumunu yöneten Hindistan’ın faşizan Gucerat kasabı Başbakanı Narendra Modi için halı serdi.

Dayanılmaz yaşam koşulları dünya çapında toplumsal mücadelenin yükselmesine neden oluyor. Bu yıl Birleşik Krallık’ta posta işçileri, sağlık emekçileri, öğretmenler, demiryolu işçileri ve işçi sınıfının diğer kesimlerinin grevleri ve mücadeleleri; İsrail’de demokratik haklara yönelik saldırılara karşı kitlesel protestolar; Kanada’da 1.400 National Steel Car işçisinin ve 7.400 liman işçisinin grevi; Sri Lanka’da kemer sıkma politikalarına karşı yüz binlerce işçinin katılımıyla devam eden grev ve protestolar bunlardan sadece birkaçıdır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, 11.000 yazarın devam eden grevinin ortasında on binlerce oyuncunun grevi, ABD film ve televizyon yapımcılığı tarihindeki en büyük grevi başlatıyor. Bu, akademisyenlerin, Clarios ve CNH imalat işçilerinin grevlerinin ardından geliyor. Oyuncuların grevi, bu yılın ikinci yarısında UPS işçileri, otomotiv işçileri ve liman işçilerinin gelişmekte olan ve sendikal aygıtın kontrolü dışında patlak verme tehdidi taşıyan mücadelelerine muazzam bir ivme kazandıracaktır.

İşçi sınıfının bilincine, başlangıçta, kaçınılmaz olarak, işçilerin karşı karşıya olduğu dolaysız koşullar ve sorunlar hâkimdir. Ancak tüm bu mücadelelerin mantığı, hem acil örgütsel sorunları –sendikal aygıtın boyunduruğundan kurtulmak için bağımsız taban komiteleri geliştirme gerekliliği– hem de toplumsal ilişkilerin akıldışılığını ve toplumun ihtiyaçlarıyla uyumsuzluğunu gündeme getirmektedir.

Kapitalizm var olma hakkını, egemen seçkinler ise yönetme “hakkını” kaybetmiştir. Son beş yılda 200 milyon dolardan fazla ödenek alan Disney CEO’su Bob Iger, grevci oyuncu ve yazarları “gerçekçi olmayan bir beklenti düzeyine” sahip olmakla suçladığında, XVI. Louis ve Fransız aristokrasisi ile karşılaştırmalar yapılması kaçınılmazdır. Günümüzün şirket ve finans derebeylerinin yanında Marie Antoinette neredeyse bir hayırsever gibi kalır. Fransız kraliçesine kitleler için “Bırakın pasta yesinler” sözü atfedilmiştir. Günümüzün şirket patronları ise, ellerinden gelse, nüfusun önemli bir kısmının açlıktan ölmesine izin verirler.

Geçtiğimiz üç buçuk yıl içinde, kapitalist hükümetlerin borsayı olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle hayat kurtarmak için gerekli önlemleri almayı kasten ve canice reddetmesi nedeniyle, küresel bir pandemi 20 milyondan fazla insanın ölümüne yol açtı. İklim değişikliği Amerika Birleşik Devletleri’ndeki rekor sıcak hava dalgaları ve sellerden, Hindistan’da son iki hafta içinde yüzlerce kişinin ölümüne neden olan muson yağmurlarına kadar feci sonuçlar doğururken, kapitalist hükümetler hiçbir şey yapmadan izlemektedir.

Biden yönetiminin ve NATO’daki müttefiklerinin mutlak önceliği, Rusya’ya karşı savaşı “ne kadar sürerse sürsün” tırmandırmaktır; WSWS’nin belirttiği gibi, bu, gerçekte, Ukrayna’da, Rusya’da, Avrupa’da ve başka yerlerde kaç kişi ölürse ölsün anlamına gelmektedir. Tüm NATO güçleri, askeri harcamalarda büyük bir artış taahhüt ettiler. Bu harcamalar, kaçınılmaz olarak sosyal programlardan geriye kalanların yok edilmesinden karşılanacaktır.

Her şeyin temelinde Fransız aristokrasisini bile utandıracak düzeyde bir toplumsal eşitsizlik yatmaktadır. En zengin 2460 kişi 2023’ün ilk yarısında servetlerine 852 milyar dolar eklerken, dünya nüfusunun neredeyse yarısı günde 6,25 dolardan daha az bir gelirle yaşıyor ve temel ihtiyaç maddelerinin artan maliyeti altında eziliyor.

Marx’ın Fransa’daki deneyimlerden yola çıkarak açıkladığı üzere devrimler, toplumun daha fazla gelişmesi mevcut toplumsal ilişkiler tarafından engellendiğinde ortaya çıkar. “Toplumun maddi üretici güçleri, gelişmelerinin belirli bir aşamasında, mevcut üretim ilişkileriyle ya da aynı şeyi yalnızca hukuksal terimlerle ifade eden, şimdiye kadar içinde faaliyet göstermiş oldukları mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girer. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olmaktan çıkarak onların prangaları haline gelir. O zaman bir toplumsal devrim dönemi başlar.”

İnsanlık, 1914’te I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve Rus kapitalizminin 1917’de Ekim Devrimi’yle yıkılması ile başlayan sosyalist devrim çağının son aşamasına yaklaşıyor. Köhne dünya kapitalist sisteminin köklü ve çözümsüz çelişkileri, kitlesel muhalefetin büyümesine güç sağlıyor.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi tarafından temsil edilen dünya Troçkist hareketinin önündeki görev, işçi sınıfının büyüyen kitlesel hareketi içinde siyasi bir anlayış ve yön geliştirmek, onu kapitalist düzeni yerle bir edecek ve gerçek toplumsal eşitliğin temelini atacak bilinçli bir sosyalizm hareketine dönüştürmektir.

Dipnot

[1] Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, Cilt 1 (İstanbul: Yazın Yayıncılık, 1998), s. 218. Çeviren: Bülent Tanatar.

Loading