David North
Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl

II. Dünya Savaşı’nın Nedenleri ve Sonuçları

Bu konferansın başlıca ilgi alanı, II. Dünya Savaşı’nı tetikleyen özgün çatışmalar ya da olaylar değil; savaşın daha genel nedenleridir.

1939 ile 1945 yılları arasında yaşanan felaketin büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, savaşın nedenlerini, daha geniş tarihsel kapsamları dışında çatışmalara yol açan, Danzig Koridoru konusundaki gibi asıl olarak diplomatik anlaşmazlıklarda aramak basit, hatta saçma olur.

II. Dünya Savaşı’nın nedenlerine ilişkin her değerlendirmenin, 1939 ile 1945 yılları arasındaki küresel askeri çatışmanın, 1914-1918 arasında yaşanmış olan ilk küresel çatışmadan yalnızca yirmi beş yıl sonra gerçekleştiği gerçeğinden yola çıkması gerekir. I. Dünya Savaşı’nın sonu ile II. Dünya Savaşı’nın başlaması arasında yalnızca yirmi bir yıl vardı. Bir diğer bakış açısı, tam otuz bir yıl içinde iki yıkıcı küresel savaş yaşanmış olmasıdır.

Bunu güncel perspektife yerleştirirsek, 1914 ile 1945 arasındaki zaman süreci, 1978 (Carter yönetiminin ortası) ile 2009 arasındaki ile aynıdır. Tarihsel zamanda gerekli yolu bulan bu tarihsel perspektif duyusunu korumak için, 1960 yılında doğmuş olan birinin 1978’de on sekizinde, bir savaşa gönderilmek için askere alınmaya yetecek yaşta olduğunu göz önünde bulunduralım. Eğer o yaşarsa, savaşın sonunda yalnızca yirmi iki yaşında olurdu. Söz konusu kişi, ikinci savaş başladığında kırk üç, bittiğinde ise yalnızca kırk dokuz yaşında olacaktı.

Bu, salt insani ve kişisel anlamda ne demek? Bu birey, elli yaşına gelene kadar, doğrudan ya da dolaylı olarak, sarsıcı bir şiddet düzeyine tanık olacaktı. Muhtemelen, bu savaşlar sırasında öldürülmüş çok sayıda insan tanıyacaktı.

Bir insanın kişisel tanıdıklarının bu iki savaş sırasında ölümle tanışma oranı, elbette, kişinin nerede yaşadığına bağlıydı. Ortalama bir Amerikalının deneyimi, İngiltere’deki, Fransa’daki, Almanya’daki, Polonya’daki, Rusya’daki, Çin’deki ya da Japonya’daki ortalama birininki ile aynı değildi.

Dünya savaşlarının insan maliyeti

I. Dünya Savaşı için toplam ölüm tahminleri, dokuz milyondan on altı milyonun üstüne kadar sıralanıyor. Çatışma bağlantılı ölümler, toplamda 6,8 milyon. Bunların dışındaki iki milyon askerin ölümüne kazalar, hastalıklar ve savaş esiri kamplarına hapsedilmenin etkisi yol açmış.

Tablo 1. Ülkelere göre I. Dünya Savaşı’ndaki ölümler, İtilaf Devletleri
Tablo 2. Ülkelere göre I. Dünya Savaşı’ndaki ölümler, İttifak Devletleri
Tablo 3. Ülkelere göre II. Dünya Savaşı’ndaki ölümler

Birinci ve ikinci tablolar, ülkelere göre I. Dünya Savaşı’ndaki ölü sayılarının dökümünü veriyor. Bunlar sarsıcı rakamlardır. Doğrudan savaşın yol açtığı milyonlarca ölümü, neredeyse hemen ardından, ateşkesin ilanından sonra fiziksel olarak güçsüzleşmiş toplumları yıkıma uğratan grip salgını sonucunda yirmi milyon insanın ölmesi izledi.[1]

II. Dünya Savaşı’nın insan maliyeti, I. Dünya Savaşı’ndakinin çok ötesindeydi. Ordu kayıpları, ölen beş milyon savaş esiri dahil, yirmi iki ile yirmi beş milyonu buluyor. Gelin, bu büyük girdaba doğrudan kapılan bir dizi ülkenin ölüm rakamlarına bakalım. Polonya, nüfusunun yüzde 16’sından fazlasını; Sovyetler Birliği, tahminen yüzde 14’ünü kaybetti. Yunanistan nüfusunun yüzde 10’u öldürüldü. Nüfuslarının en az yüzde 10’unu kaybeden diğer ülkeler, Litvanya ve Letonya; en az yüzde 3’ünü kaybedenler ise Estonya, Macaristan, Hollanda, Romanya, Singapur ve Yugoslavya idi.

Bu ölüm kataloğu, Avrupa Museviliğinin soykırımsal biçimde ortadan kaldırılmasını da kapsamaktadır. 1939-1945 yılları arasında altı milyon Musevi öldürüldü. Buna, üç milyon Polonyalı Musevi ve yaklaşık bir milyon Ukraynalı Musevi dahil. Yüzde olarak, Polonya’daki, Baltık ülkelerindeki ve Almanya’daki Musevilerin yüzde 90’ı ile Çekoslovak Musevilerinin yüzde 80’den fazlası katledildi. Hollandalı, Macaristanlı ve Yunan Musevilerinin yüzde 70’den fazlası ile Yugoslav ve Belçikalı Musevilerin tahminen yüzde 60’ı ortadan kaldırıldı. Norveçli Musevilerin yüzde 40’ı ile Fransız, Bulgar ve İtalyan Musevilerinin yüzde 20’den fazlası öldürüldü.

Bu soykırım saldırısı, yerel yetkililerin azımsanmayacak desteğiyle gerçekleştirilmişti. Nazilerin işgal ettiği ve yerel halkın Musevi yurttaşlarını korumak için örgütlü bir çaba içinde olduğu tek ülke, Danimarka idi. O ülkede, Almanya ile sınırı olmasına karşın, savaş öncesinde 8.000 olan Musevi nüfustan yalnızca elli iki kişi (yani, yüzde birden daha azı) Nazi terörüne kurban gitti.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının insan bedeli, en iyi tahminlere göre seksen ile doksan milyon kişi arasında. Buna, bir dereceye kadar fiziksel olarak yaralanmış ya da duygusal yönden zedelenmiş; anne babalarını, çocuklarını, kardeşlerini ve arkadaşlarını yitirmiş; yerinden edilmiş, ülkelerinden kaçmaya zorlanmış, kişisel ve kültürel mirasları ile olan yeri doldurulamaz ve paha biçilemez bağlarını yitirmiş yüz milyonlarca insan daha eklenmeli. 1914 ile 1945 yılları arasındaki otuz bir yıl içinde yaşanmış trajedinin dehşet verici kapsamını kavramak bir yana, dile getirmek bile son derece zor.

Bu büyük trajedinin yalnızca görece kısa bir süre önce gerçekleştiğini lütfen aklınızda tutun. İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış on milyonlarca insan, günümüzde hala hayatta ve benim kuşağımdan insanlar için, Birinci Dünya Savaşı’nın olayları, çoğu durumda savaş deneyimi sahibi olan dedelerimiz ve ninelerimiz yaşarken gerçekleşti. I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı, son derece yakın tarihe ait. İçinde yaşadığımız dünya, bu ikiz felaketlerin ürünüdür. Bu savaşların kaynaklandığı siyasi ve ekonomik çelişkiler çözülmüş değil. Bir başına bu tarihsel gerçek, II. Dünya Savaşı’nın patlamasının yetmişinci yıldönümünde onun kökenlerini, sonuçlarını ve derslerini incelemenin yeterli nedenidir.

Tek bir konferans kapsamında, savaşın başlıca nedenlerinin, ne yazık ki yalnızca sınırlı bir özetini sunmak mümkün. Bu özet, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını, anlaşılırlık amacıyla ama gereksiz aşırı basitleştirme olmaksızın, ayrılmaz biçimde bağlantılı olaylar olarak ele alacak.

I. Dünya Savaşı’nın kökenleri

1914 yazındaki krizin yaşanma hızı çok sayıda insanı gafil avlamıştı. Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da öldürülmesinin yalnızca beş hafta içinde topyekün bir Avrupa Savaşı’na yol açacağını az sayıda insan tahmin etti. Çoğunluk, bunun, Nisan 1917’de ABD’nin çatışmaya katılmasıyla birlikte küresel bir boyut edineceğini de öngörmemişti. Yıkıcı bir askeri felaketin koşulları, önceki on beş yıl boyunca olgunlaşıyordu ve bu koşullar dünya ekonomisindeki ve dolayısıyla dünya politikasındaki köklü değişikliklerle ilişkiliydi.

1914’teki patlama öncesinde, 1815’teki Napolyon Savaşları sona erdiğinden beri, Avrupa’nın “Büyük Güçler”i arasında genelleşmiş bir savaş olmamıştı. Viyana Kongresi, devletler arası ilişkilerde, yüzyılın geri kalan bölümünde devam edecek görece istikrarlı bir çerçeve oluşturmuştu. Bu, 19. yüzyılın barışçıl olduğu anlamına gelmiyor. Modern biçimiyle ulus devlet sistemi, en kanlısı Amerikan İç Savaşı olan bir dizi önemli askeri çatışmadan doğdu. Avrupa’da, Prusya devletinin siyasi egemenliği altında modern Alman devletinin sağlamlaştırılması, Danimarka’ya (1864), Avusturya’ya (1866) ve nihayet Fransa’ya (1870) karşı hesaplanmış güç kullanımıyla, Bismarck tarafından başarıldı. Daha önce, 1850’lerde, Britanya ve Fransa, Kırım anlaşmazlığında, Rus İmparatorluğu’nun jeopolitik emellerine karşı koymuştu. Ama bu askeri çatışmalar görece sınırlıydı ve Avrupa ve dünya siyasetinin tüm yapısının çökmesine yol açmadılar.

Bununla birlikte, 1890’lara gelindiğinde, özellikle Avrupa’daki ve Kuzey Amerika’daki kapitalist finansın ve sanayinin muazzam genişlemesinin tesiri ve küresel ekonomik çıkarların ulus devletlerin hesaplarındaki artan etkisi altında, dünya politikasının doğası değişiyordu. Büyük kapitalist devletler –ya da daha tam ifadeyle, dış politikanın formülasyonu üzerinde büyük etkide bulunan en güçlü mali ve sanayi çıkarlar– arasında, belirli “etki alanları” içinde egemenlik uğruna çatışma, dünya politikasının itici gücü haline gelmişti. Bu gelişme, en vahşi ifadesini, halkları yarı köle konumuna indirgenmiş olan sömürgeler uğruna mücadelede buldu.

Emperyalizm çağı doğmuştu. O, devletler arası küresel ilişkilerin dengesini istikrarsızlaştırdı. Napolyon Savaşları’nın bitmesini izleyen on yıllarda, Britanya neredeyse meydan okunamaz bir üstünlük konumunun tadını çıkarmıştı. Onun donanma gücü ve geniş sömürge varlıkları üzerine kurulu imparatorluğu, 19. yüzyıldaki uluslararası politikanın baskın gerçeğiydi. Britanya İmparatorluğu hakkında yaygın olarak söylendiği gibi, onun topraklarında güneş hiçbir zaman batmıyor, ücretler asla artmıyordu! Eski bir sömürgeci güç olarak Fransa da, dünya sisteminde ayrıcalıklı ama Britanya’nın oldukça gerisinde bir yere sahipti. Hızla yayılan kapitalist sanayi ve finans ile birlikte yeni burjuva ulus devletlerin ortaya çıkması, var olan jeopolitik ilişkileri gerginleştirdi. Hızla emperyalist çıkarlar ve arzular edinen en önemli iki “yeni” kapitalist devlet, Almanya ile ABD idi.

ABD’nin emperyalist kulübe girmesi, McKinley yönetiminin eşsiz siniklik, ikiyüzlülük ve samimiyetsizlikle İspanya’ya karşı savaş için bir bahane uydurduğu 1898’de gerçekleşti. Yalnızca birkaç ay içinde, Küba ABD’nin bir yarı sömürgesine dönüştü. ABD, aynı zamanda, Filipinler’in işgali üzerinden, Pasifik’teki emperyalist egemenliğinin temellerini attı. Filipinler’in işgalini onun sakinlerine özgürlük ve demokrasi sözü vererek meşrulaştırmış olan ABD, verdiği sözü, Amerikan işgaline karşı çıkan 200.000 yerel isyancıyı katlederek tuttu.

ABD’ye değerli bir coğrafi avantaj bağışlanmıştı: İki okyanus sayesinde yabancı müdahaleden korunan bir kıta. Avrupalı güçlerin çoğu McKinley’in sahtekar savaş çığırtkanlığının kabalığına şaşırmıştı ama hiçbir şey yapabilecek durumda değillerdi.

Öte yandan, Almanya’nın artan tutkuları, onun Avrupa’daki emperyalist komşularının (Fransa, Rusya ve her şeyden önce Britanya) emelleri ile doğrudan çatışıyordu. Giderek bütünleşen bir küresel ekonomide baskın olma peşinde koşan güçlü ulus devletlerin büyüyen anlaşmazlıkları, nihayet 1914 yazında patlayan jeopolitik gerilimlerin birikmesi için gerçek zemini oluşturdu.

I. Dünya Savaşı sırasında, özellikle de sonrasında, savaşı kimin başlattığı, ilk ateşi kimin açtığı ve kimin suçlu olduğu konularında yaygın bir tartışma yaşanmıştı. Bu sorular, kendi egemen sınıfları kundakçılıklarının sorumluluğundan ve yıkıcı sonuçlarından arınmak istedikleri için, savaşa katılan devletlerin propagandasında önemli bir rol oynamaktadır.

Daha geniş tarihsel koşullardan yalıtılmış bir şekilde incelendiğinde, Ağustos 1914’teki savaşın başlamasının başlıca sorumlularının Almanya ile Avusturya–Macaristan olduğuna ilişkin bol miktarda kanıt var. Bu ülkelerin hükümetleri, akıl almaz bir pervasızlıkla, kendi uzun süreli jeopolitik hedeflerine ulaşmak için Franz Ferdinand’ın öldürülmesinden yararlanmayı tercih etmişlerdi. Onlar, çatışmaların patlamasına yol açan olaylar zincirini harekete geçiren kararlar almışlardı. Ancak, bu suçu hangi kapitalist yönetimin işleyebileceğini göstermenin ötesinde, en son Washington’ın tamamen yalanlar temelinde Irak’ta ve Afganistan’da savaşlar başlatmasında gördüğümüz gibi, Almanya ile Avusturya’nın onu önceden tasarlaması, savaşın daha temel nedenlerini açıklamada yetersizdir.

Fransa ile Britanya’nın Ağustos 1914’te mutlaka savaş istemediği doğru. Ancak bu, onların manevi olarak barışa adanmış olmalarından kaynaklanmıyordu. Anımsamak gerekir ki Britanya, yalnızca on yıl önce Güney Afrika’da Boerlere karşı kanlı bir ayaklanma bastırma savaşı vermişti. Eğer Britanya ve Fransa 1914’te ille de savaş “istemediyse”, bunun nedeni, kendi küresel çıkarlarından yana olan jeopolitik durumdan az çok memnun olmalarıydı. Bununla birlikte onlar, Almanya’nın ve Avusturya–Macaristan’ın mevcut durumu ve onların çıkarlarını tehdit eden eylemleri ile karşılaştıklarında, savaşı siyasi bir gereklilik olarak kabul ettiler. Fransa ile Britanya’nın emperyalist çıkarları açısından, savaş, güçler dengesini Almanya’nın istediği şekilde değiştiren bir barışa tercih edilebilirdi.

Son tahlilde, savaşın nedeni, şu ya da bu devletin ateş açılmasına zemin hazırlayan eylemlerinde değil; emperyalist sistemin doğasında, güçlü kapitalist devletlerin giderek bütünleşen küresel ekonomik düzen içinde baskın bir konumu koruma ya da onu koşullara bağlı olarak elde etme mücadelesinde yatmaktadır.

Savaş öncesi yıllarda, uluslararası sosyalist hareket, gelişen emperyalizmin ve onun teşvik ettiği militarizmin ölümcül sonuçları konusunda uyarılarda bulunduğu bir dizi kongre düzenledi. 1889’da kurulmuş olan İkinci Enternasyonal, defalarca, kapitalist militarizme uzlaşmaz karşıtlığını ilan etti ve işçi sınıfını savaşa karşı seferber etme sözü verdi. Savaşın engellenememesi durumunda, Enternasyonal’in savaş eliyle yaratılmış koşullardan kapitalizmin yıkılmasını hızlandırmak için yararlanacağı konusunda Avrupa egemen sınıfını uyardı.

Ancak Ağustos 1914’te, Avrupa sosyalizminin neredeyse tüm önderleri bu sözlere ihanet ettiler. 4 Ağustos 1914’te, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (dünyadaki en büyük sosyalist parti) Reichstag’da (İmparatorluk parlamentosu) savaşı finanse edecek kredilerden yana oy kullandı. Aynı yurtsever tavır, Fransa’daki, Avusturya’daki ve Britanya’daki sosyalist önderler tarafından da sergilendi. Savaşa, en önemlileri Lenin, Troçki ve Rosa Luxemburg olan yalnızca bir avuç önde gelen sosyalist önder açık ve uzlaşmaz bir şekilde karşı çıktı.

Troçki’nin I. Dünya Savaşı’nın nedenlerine ilişkin çözümlemesi

Savaşın nedenlerine ilişkin Troçki tarafından yapılmış olan çözümlemeye kısaca değinmek istiyorum. Troçki, savaş öncesi sosyalist önderlerin, ülkelerini yabancı saldırganlara karşı savunmak için kendi kapitalist egemenlerinin yanında yer aldıklarına ilişkin sahtekar ve ikiyüzlü iddialarını aşağılayarak reddetti. Savaşan hükümetlerin, savaşa girme kararlarının altında yatan gerçek siyasal ve ekonomik dürtüleri örtmeye çalıştığı yalanları açığa vuran Troçki, savaşın nedeninin daha derinlerde, dünya ekonomisinin yapısındaki değişimlerde ve kapitalist ulus devlet sisteminin doğasında yattığında ısrar etti.

Savaşın başlamasıyla birlikte Avusturya’yı terk etmek zorunda kalan Troçki, önce, 1915’te, savaşın anlamını açıkladığı parlak bir broşür olan Savaş ve Enternasyonal’i yazdığı Zürih’e gitmişti.

Şimdiki savaş, aslında, üretici güçlerin siyasi ulus ve devlet biçimine karşı bir isyanıdır. Bu, bağımsız bir ekonomik birim olarak ulus devletin çöküşü anlamına gelmektedir.

Ulusun, kültürel, ideolojik ve psikolojik bir gerçeklik olarak devam etmesi gerekiyor ama onun ekonomik temeli ayağının altından çekilmiştir. Şimdiki kanlı çatışmanın ulusal savunma çabası olduğuna ilişkin tüm laflar ya ikiyüzlülük ya da körlüktür. Tersine, savaşın gerçek, nesnel anlamı, mevcut ekonomik merkezlerin çökmesi ve dünya ekonomisinin yerini bir diğerinin almasıdır. Ancak hükümetlerin önerdikleri yol, bu emperyalizm sorununun, insanlığın tüm üreticilerinin akılcı ve örgütlü işbirliği yoluyla değil ama dünyanın ekonomik sisteminin zafer kazanan ülkelerin kapitalistleri tarafından kendi çıkarları için kullanılması yoluyla; hangi ülkenin bu savaş eliyle Büyük Güç olmaktan çıkıp Dünya Gücü’ne dönüşeceği üzerinden çözülmesidir.

Savaş, hem ulus devlet sisteminin hem de aynı zamanda kapitalist ekonomik sistemin çöküşünü ilan etmektedir. Kapitalizm, ulus devlet aracılığıyla tüm dünya ekonomik sistemini devrimcileştirmiştir. Tüm yeryüzünü, etrafında büyükler arasındaki rekabetten geçinen uyduların, küçük ulusların toplandığı büyük güçlerin oligarşileri arasında paylaştırmıştır. Dünya ekonomisinin kapitalist temelde gelişmeye devam etmesi, tek ve aynı kaynaktan, dünyadan edinilmesi gereken sürekli daha yeni kapitalist sömürü alanları uğruna aralıksız mücadele demektir. Militarizm bayrağı altında ekonomik rekabete, beşeri ekonominin temel ilkelerini çiğneyen yağma ve yıkım eşlik etmektedir. Dünya üretimi, hem ulusal ve devletsel ayrımlar eliyle yaratılmış kargaşaya hem de artık barbarca karışıklığa ve kaosa dönüşmüş olan kapitalist ekonomik örgütlenmelere başkaldırmaktadır.

1914 Savaşı, kendi içsel çelişkileri eliyle mahvolmuş bir ekonomik sistemin tarihindeki en büyük çöküştür. ...

Kapitalizm, yeni, sosyalist bir ekonomik sistemin maddi koşullarını yaratmıştır. Emperyalizm, kapitalist ulusları tarihsel kaosa sürüklemiştir. 1914 Savaşı, proletaryayı şiddetle Devrim yoluna sokarak, bu kaostan çıkış yolunu göstermektedir.[2]

Bu çözümleme, Lenin ve Troçki önderliğindeki Bolşevik Parti’yi Ekim 1917’de iktidara getiren Rus Devrimi’nin patlamasıyla doğrulandı.

Savaş, daha önce tanık olunmadık çatışma ve kan dökme ile geçen dört yılın ardından, Kasım 1918’de, kısmen beklenmedik şekilde sona erdi. Savaşı sona erdiren şey, savaş alanındaki sonuçlardan çok, savaşan ülkeler içindeki değişen siyasi koşullardı. Ekim Devrimi, Rusya’nın hızla savaştan çekilmesine yol açmıştı. Askerlerin 1917’deki başkaldırılarıyla sarsılan Fransız ordusu çöküşün eşiğine gelmişti. Müttefiklerin askeri yenilgiyi atlatması ve en azından bir ölçüde yeniden moral kazanması, Amerikan askerlerinin ve donanımının kıtaya akıtılmasıyla mümkün oldu. Özellikle Rusya’daki Bolşevik zaferinin ardından, Almanya’daki savaş karşıtı muhalefet hızla büyüdü. Ekim 1918’de Alman donanmasında çıkan bir ayaklanma, İmparator II. Wilhelm’in tahttan çekilmesine yol açan daha yaygın devrimci protestoları tetikledi. Savaşa devam edemeyen Almanya, barış istemek zorunda kaldı.

Savaş, Almanya’nın yenilgisine rağmen, Britanya ile Fransa’nın başlangıçta düşündüğü sonuçlara yol açmadı. Savaş, doğuda, Rusya’da sosyalist devrime ve tüm Avrupa’da işçi sınıfının radikalleşmesine yol açmış; batıda, görece az kayıplar yaşamış olan ABD’nin baskın kapitalist güç olarak ortaya çıkmasının koşullarını oluşturmuştu.

1919 Versay Anlaşması, yeni anlaşmazlıkların patlamasının zeminini hazırladı. Fransız emperyalizminin ısrar ettiği kinci koşullar, Avrupa kıtasında istikrarı sağlamaya pek de katkıda bulunmadı. Avusturya–Macaristan İmparatorluğu’nun çökmesi, bölgesel rekabetler içindeki bir dizi istikrarsız ulus devletin kurulmasıyla sonuçlandı. Versay Anlaşması, Avrupa’nın siyasi ve ekonomik dengesini yeniden kurmak için bir altyapı oluşturamamıştı. Dünya kapitalist ekonomisi, savaştan çıktığı haliyle, Ekim 1929’da Wall Street’te başlayan tanık olunmadık çöküşe yol açan dengesizlikler eliyle parçalanmıştı.

ABD emperyalizminin yükselişi

Küresel bir savaşın 1939’da yinelenmesine yol açacak olan uluslararası gerilimlerin yeniden ortaya çıkmasındaki bir diğer önemli etmen, ABD’nin dünya meselelerindeki yeni rolüydü. Wilson, ABD’nin I. Dünya Savaşı’na katılmasının ve Rusya’daki sosyalist devrimin zaferinin ardından, kapitalist Avrupa’nın kurtarıcısı olarak göklere çıkartılmıştı. Ancak ABD’nin çıkarlarının Avrupa burjuvazisininkiler ile çatıştığı, kısa süre içinde belirginleşti. Amerikan burjuvazisi dünya meselelerinde Avrupa’nın baskın olmasını kabullenmeye istekli değildi. O, Britanya’nın kendi imparatorluğu çerçevesi içinde sahip olduğu ayrıcalıkları, Amerikan ticari çıkarlarının genişletilmesinin önünde bir engel olarak görüyordu.

Amerikan gücünün sürekli genişlemesi Britanyalı diplomatlara uykusuz geceler geçirtirken, Alman emperyalizminin en amansız temsilcilerinin sinirlerini tamamen bozdu. Saygın bilim insanı Adam Tooze, II. Dünya Savaşı’nın kökenlerine ilişkin yeni bir çalışma olan Yıkım Ücretleri’nde şunları yazıyor:

… Amerika, bizim Üçüncü İmparatorluk’u anlamamıza eksen oluşturmalı. Tarihçiler, Hitler’in saldırganlığındaki aceleyi açıklamaya çalışırlarken, onun, ABD’nin baskın küresel süper güç olarak ortaya çıkmasının Avrupa’nın geri kalanı ile birlikte Almanya’ya oluşturduğu tehdide ilişkin güçlü farkındalığını küçümsemişlerdir. Hitler, çağdaş ekonomik eğilimler temelinde, daha 1920’lerde, Avrupalı güçlerin kendilerini bu kaçınılmazlığa karşı örgütlemek için yalnızca birkaç yılları olduğunu öngörmüştü. ...

Dolayısıyla, Hitler rejiminin saldırganlığı, küresel kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin kışkırttığı ve elbette günümüzde de hala var olan gerilimlere anlaşılabilir bir yanıt olarak açıklanabilir.[3]

I. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllar, barışseverliğin parlak günleriydi. Wilson, 1917’de Almanya’ya savaş ilan ederken, ABD’nin “tüm savaşlara son vermek için” savaştığını ilan etmişti. Zafer kazanmış Avrupalı devletler tarafından, ABD’nin katılmayı reddettiği Milletler Cemiyeti kuruldu. 1927’de, Fransa ile ABD, savaşı yasadışı ilan eden Kellogg-Briand Anlaşması’nı imzaladı. Ancak, uluslararası gerilimler, özellikle küresel bunalımın başlangıcı olan Wall Street çöküşünün ardından, giderek şiddetli bir hal alıyor ve Avrupa’nın siyasi istikrarsızlığı ile sonuçlanıyordu ki bunun en açık ifadesi Hitler’in Nazi Partisi’nin Ocak 1933’te Almanya’da iktidara gelmesi oldu.

Dünya kapitalizminin yaşanmakta olan krizinin sonuçlarını, hiç kimse, Lev Troçki’den daha büyük bir öngörüyle ve açıklıkla kavramamıştı. Stalin önderliğindeki gerici bürokratik rejim tarafından Sovyetler Birliği’nden sürgüne gönderilmiş olan Troçki, Haziran 1934’te şunları yazdı:

Son emperyalist savaşa yol açan ve modern kapitalizmden ayrı düşünülemez olan aynı nedenler, şimdi, 1914’ün ortasındakinden son derece büyük bir gerilime ulaşmış durumda. Emperyalizmin azmini engelleyen tek etmen, yeni bir savaşın sonuçlarından duyulan korkudur. Ancak bu frenin etkisi sınırlıdır. İçsel çelişkilerin basıncı, ülkeleri birbiri ardına, kendisi de uluslararası patlamaları hazırlama dışında iktidarını sürdüremeyecek olan faşizm yoluna itiyor. Tüm hükümetler savaştan korkuyor. Ancak bu hükümetlerin hiçbirinin seçme özgürlüğü yok. Proleter devrimin olmaması durumunda, yeni bir dünya savaşı kaçınılmaz.[4]

Troçki, 1915’te yapmış olduğu gibi, küresel gerilimlerin başlıca kaynağının “üretici güçler ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki başlıca çelişki ile birlikte, üretici güçler ile ulus devlet yapısı arasındaki…” çelişkide yattığını açıklıyordu.[5] Ulus devletin savunusu, siyasi ya da ekonomik olarak ilerici hiçbir işleve sahip değildi. “Sınırlarıyla, pasaportlarıyla, para sistemiyle, gümrükleriyle ve gümrükleri koruyan ordusuyla ulus devlet, insanlığın ekonomik ve kültürel gelişmesinin önünde berbat bir engel haline gelmiştir.”[6]

Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte, Britanya’daki, Fransa’daki ve ABD’deki emperyalist burjuvazilerin liberal ve reformist savunucuları, yeni bir dünya savaşının diktatörlüğe karşı bir savaş olacağını ileri sürmeye başlamışlardı. Bu sav, sonunda Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist rejim tarafından da benimsenecekti. Troçki, bu iddiayı kesin olarak reddetti. “Büyük güçler arasında modern bir savaş,” diye yazıyordu Troçki, “demokrasi ile faşizm arasında bir çatışmayı değil ama iki emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşma uğruna mücadelesini ifade eder.”[7]

Troçki, bu siyasi perspektif bağlamında, ABD’nin küresel emellerini çözümledi:

ABD kapitalizmi, Almanya’yı 1914’te savaş yoluna sokmuş olan aynı sorunlarla boğuşuyor. Dünya paylaşılmış mı? O zaman yeniden paylaşılması gerekiyor. Almanya için sorun, “Avrupa’yı düzenleme” sorunuydu. ABD’nin dünyayı “düzenlemesi” gerekiyor. Tarih, insanlığı, Amerikan emperyalizminin volkanik patlamasıyla karşı karşıya getiriyor.[8]

Bu sözcüklerin olağanüstü bir şekilde öngörülü olduğu kanıtlanacaktı. Troçki, birincisinden çok daha kanlı yeni bir dünya savaşının patlamasını önleyebilecek tek şeyin, işçi sınıfının kapitalizmin yıkılması ile sonuçlanacak devrimci mücadelesi olduğunda ısrar ediyordu. Ancak işçi sınıfının İspanya’daki ve Fransa’daki yenilgileri –Stalinist, sosyal demokrat ve reformist bürokrasilerin birleşik ihanetlerinin ürünleri– savaşı kaçınılmaz hale getirmişti. Savaş, en sonunda 1 Eylül 1939’da başladı.

Çatışmanın başlıca kışkırtıcısı, 1914’te olduğu gibi, Alman emperyalizmiydi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın, aynı birincisi gibi, daha temel nedenleri vardı. Troçki, şunları yazdı:

Zamanında Hitler’i Bolşevizme karşı bir mücadeleci olarak övmüş olan demokratik hükümetler, şimdi onu, beklenmedik şekilde cehennemin derinliklerinden kurtulmuş; anlaşmaların kutsallığını, sınırları, kuralları ve düzenlemeleri çiğneyen bir tür iblis gibi göstermeye çalışıyorlar. Sanki Hitler olmasaydı, kapitalist dünya, bir bahçe gibi çiçek açacaktı. Ne sefil bir yalan! Beyninde bir hesap makinesi ve elinde sınırsız güç olan bu saralı Alman, gökten inmiş ya da cehennemden gelmiş değildir. O, emperyalizmin tüm yıkıcı güçlerinin kişileşmesinden başka bir şey değildir… Eski sömürgeci güçlerin temellerini sarsan Hitler, emperyalist güç isteğine daha tamamlanmış bir ifade kazandırmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Kendi çıkmazı eliyle çaresizliğe sürüklenmiş dünya kapitalizmi, Hitler aracılığıyla, kendi bağırsaklarına jilet gibi keskin bir hançer sokmaya başlamış durumda.[9]

Troçki’nin burada savaş dönemi Hitler karşıtlarının önderlerine haksızlık ettiğinin düşünülmemesi için, Winston Churchill’in sözlerini hatırlatmakta yarar var. Churchill, Britanya başbakanı olmadan bir süre önce, Ocak 1927’de Roma’yı ziyaret etmiş, İtalyan diktatör Mussolini ile buluşmuş ve şunları yazmıştı: “Sinyor Mussolini’nin kibar ve sade duruşundan; o kadar yüke ve tehlikeye rağmen sakinliğinden, mesafeli soğukkanlılığından etkilenmeden edemedim.” İtalyan faşizmi, “Rus virüsüne gerekli panzehir”i sağlamıştı. Churchill İtalyan faşistlerine şöyle diyordu: “Eğer bir İtalyan olsaydım, eminim, Leninizmin barbar arzularına ve tutkularına karşı muzaffer mücadelenizde başından sonuna kadar bütünüyle sizinle birlikte olurdum.”[10]

Dönemin bir tarihçisi şunları yazıyor:

Birçok Muhafazakar ve şirket grubu için, komünizmin yayılmasını engellemeye adanmış Hitler’in Almanya’sı ile Mussolini’nin İtalya’sı bir ölçüde hayranlık nesneleriydi. Bunun bir sonucu olarak, özellikle Britanya’da, bu faşist güçlere karşı Sovyetler Birliği ile bir ittifaka yönelik güçlü bir muhalefet vardı.[11]

II. Dünya Savaşı’nın patlaması

1 Eylül 1939’da Hitler Polonya’ya saldırdı ve iki gün sonra Britanya ile Fransa Üçüncü İmparatorluk’a savaş ilan etti. Nazi Almanyası, Polonya’nın ele geçirilmesi birkaç hafta içinde tamamlandıktan sonra, Alman ordularının Batı Avrupa boyunca hızla ilerlediği 1940 ilkbaharına kadar başka bir askeri eyleme girişmedi. Haziran 1940’ta, egemen sınıfın ülkenin Nazilerin eline geçmesi tehlikesinden çok kendi işçi sınıfının oluşturduğu devrimci tehdit ile ilgilendiği Fransa teslim oldu.

Stalin, korkakça ve haince imzalamış olduğu saldırmazlık antlaşması yoluyla Almanya ile savaşı önleyebileceğini ummuştu. Ancak faşist rejim, Sovyetler Birliği’nin yıkımını, her zaman, Avrupa’ya egemen olma planının başlıca bileşeni olarak görmüştü. Haziran 1941’de, SSCB’ye yönelik Alman istilası başladı. Stalin’in felaket getirici yanlış hesaplarına ve Kızıl Ordu’nun başlangıçta uğradığı ağır yenilgilere rağmen, Nazi güçleri boyun eğmez bir direniş ile karşılaştı.

7 Aralık 1941’de, Pearl Harbor’a yönelik Japon saldırısı ABD’yi savaşa soktu. Dört gün sonra, 11 Aralık 1941’de, Almanya ABD’ye savaş ilan etti; ABD de buna hemen Almanya’ya savaş ilan ederek yanıt verdi. Savaş, sonraki üç buçuk yıl boyunca azalma göstermeyen bir vahşilikle devam etti. Yine de, Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasındaki mücadeledeki dehşet verici kıyım ile karşılaştırıldığında, Batı Avrupa’daki savaşın, en azından Haziran 1944’teki Müttefik müdahalesine kadar, askeri terimlerle, görece ikincil bir gösteri olduğunu belirtmek gerek. Avrupa’daki savaş, sonunda, Nazi Almanyası’nın Hitler’in intihar etmesinden tam bir hafta sonra koşulsuz teslim olmasıyla, 8 Mayıs 1945’te sona erdi.

Asya’daki savaş, sonucu konusunda hiç kuşku duyulmamasına karşın, üç ay daha devam etti. Çok daha küçük nüfusuyla, azgelişmiş sanayisiyle ve hammaddelere sınırlı erişimiyle Japonya’nın ABD’ye karşı üstünlük elde edeceğine ilişkin en ufak bir olasılık bile söz konusu değildi. Japon hükümeti, ABD yönetiminin çok iyi bildiği gibi, 1945 ilkbaharından beri kabul edilebilir teslim olma koşulları peşinde koşuyordu. Ancak trajedi kanlı bir son ile bitti. ABD, Ağustos 1945’te, savunmasız ve askeri olarak önemsiz Hiroşima ve Nagazaki kentlerine iki nükleer bomba attı. Ölü sayısı, tahminen 150.000 kişiydi. Amerikalı tarihçi Gabriel Jackson’ın sonradan ileri sürdüğü gibi:

Atom bombasının kullanılması, Ağustos 1945’in özgün koşullarında, psikolojik olarak çok normal ve demokratik olarak seçilmiş bir başkanın, bu silahı, aynı Nazi diktatörünün yapacağı gibi kullanabildiğini gösterdi. Böylece ABD, farklı türdeki hükümetlerin davranışlarındaki ahlaki ayrımlarla ilgilenen herhangi biri için, faşizm ile demokrasi arasındaki farklılığı bulandırdı.[12]

I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı’na tek bir tarihsel süreçteki birbiriyle bağlantılı aşamalar biçiminde bakarak, tahminen doksan milyon insanın yaşamına mal olmuş çatışmanın kaynağının ve amacının ne olduğuna ilişkin bir karar verebiliriz.

I. Dünya Savaşı’nın patlaması, var olan jeopolitik ilişkilerden hoşnut olmayan güçlü kapitalist devletlerin ortaya çıkmasının ürettiği emperyalistler arası çelişkilerden kaynaklanmıştı. Almanya, Britanya ile Fransa’nın baskın olduğu bir dünya sömürge sistemi içindeki değersiz konumunu sindiremiyordu ve bu güçlü rakiplerin onun kendi çıkarları peşinde koşmasının önüne koyduğu engellerden rahatsızdı. Aynı zamanda, üstün ekonomik gücünden dolayı güvenle ve hırsla dolu olan ABD, Amerikan sermayesinin, Britanya İmparatorluğu’nun korumacı kurallarıyla yönetilenleri de kapsayan yabancı pazarlara girmesi üzerindeki sınırlamaları kabullenmeye istekli değildi.

II. Dünya Savaşı’nın bitmesi, 1890’ların sonlarında emperyalist çağın doğmasıyla başlamış olan belirli bir küresel çatışma dönemine son verdi. Almanya’nın “iyi bir konum” elde etme çabası kesin bir yenilgiye uğramıştı. Benzer bir şekilde, Japon İmparatorluğu’nun II. Dünya Savaşı’nda uğradığı kesin yenilgi de onun Batı Pasifik’te, Çin’de ve Güneydoğu Asya’da egemenlik kurma hayalini paramparça etmişti. Britanya ile Fransa, yarım yüzyıllık kıyımdan son derece güçsüzleşmiş, eski imparatorlukları koruyacak yeterli mali kaynaklardan yoksun bir şekilde çıktı. Onların başlıca emperyalist güçler olarak konumlarını korumalarına ilişkin bütün hayalleri, II. Dünya Savaşı’nın ardından gelen on yıl içinde ölümcül bir darbe yedi.

1954’te, Fransa, Dien Bien Phu’da, Vietnam kurtuluş güçleri karşısında, Fransızları Çinhindi’nden çekilmeye zorlayan yıkıcı bir askeri yenilgiye uğradı. 1956’da, Britanya hükümeti, ABD tarafından, Mısır’ı istilasına son vermeye zorlandı ki bu, Britanya’nın Amerikan emperyalizmine bağımlılığını doğrulayan açık bir küçük düşmeydi. Başlıca emperyalist güçler arasında küresel egemenlik uğruna mücadele, dünyanın on milyonlarca cana mal olan yeniden paylaşımı, Troçki tarafından on yıllar önce öngörülmüş olduğu gibi, Amerikan emperyalizminin zaferiyle sonuçlanmıştı.

İki savaş katliamından çıkmış olan 1945’teki dünya, 1914’te olandan son derece farklıydı. ABD, rakipsiz emperyalist güç olarak Britanya’nın yerini almış olmakla birlikte, eski Britanya İmparatorluğu’nun bir benzerini yeniden yaratamadı. Sömürgeci imparatorluklar dönemi, en azından önceden var oldukları biçimiyle, kapanmıştı.

Büyük bir ironiyle dolu tarihsel bir olgu olarak, Woodrow Wilson, Kongre’ye, savaş mesajını, Nisan 1917’de, Vladimir İlyiç Lenin devrimci Rusya’ya doğru yol alırken iletmişti. İki büyük tarihsel gelişme çizgisi, bu kritik kavşakta kesişti. Wilson’ın konuşması, ABD’nin gezegendeki baskın emperyalist güç olarak kesin doğuşuna; Lenin’in Rusya’ya ulaşması ise tüm yerküreye yayılacak yoğun bir sosyalist ve emperyalizm karşıtı kitlesel mücadeleler dalgasının başlangıcına işaret ediyordu.

ABD, Almanya ile Japonya karşısında zafer elde ettiğinde, yüz milyonlarca insan, çoktan emperyalist baskıya karşı ayaklanmıştı. ABD’nin karşı karşıya olduğu görev, küresel devrimci mücadeleyi engellemekti. Bu inceleme çerçevesinde, savaş sonrası gelişmelerin bir özetini yapmak bile mümkün değil. Bu, en azından, 1945 ile 1991 yılları arasında uluslararası siyaseti belirlemiş olan “Soğuk Savaş”ın siyasi dinamiklerinin açıklamasını gerektirecektir. Bununla birlikte, bu konferansı sonuçlandırmak için, ABD’nin, Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağıtılmasını, sonunda Amerikan emperyalizminin tartışmasız egemenliğini kurma fırsatı olarak gördüğünü vurgulamak gerek.

ABD’nin “önleyici savaş” doktrini

ABD ordusu, 1992 yılında, hiçbir ülkenin ABD’nin egemen küresel konumuna meydan okuyacak şekilde ortaya çıkmasına izin vermeyeceğini ilan eden bir strateji doktrinini kabul etti. Bu kapsamlı doktrin, 2002’de, ABD’nin, güvenliğine yönelik olası bir tehdit oluşturduğunu düşündüğü herhangi bir ülkeye saldırma hakkını saklı tuttuğunu bildiren “önleyici savaş” doktrininin ilan edilmesi ile tamamlandı. Bu yeni doktrin, özellikle, kendi ordusunu güçlendirmemesi konusunda uyarılmış olan Çin’i hedef alıyordu.

Belirtmek gerekir ki, yeni ABD doktrini uluslararası hukuk açısından yasadışıdır. Nürnberg savaş suçları yargılamalarında belirlenmiş içtihatlar, savaşın devlet politikasının meşru aracı olmadığına ve önleyici savaşın yasadışı olduğuna dayanmaktadır. Bir devletin diğerine askeri saldırısı, yalnızca açık ve doğrudan bir tehdidin varlığı durumunda yasaldır. Başka sözcüklerle ifade edersek, askeri eylem, yalnızca kaçınılmaz ivedilikte bir ulusal öz savunma önlemi olarak meşrudur. 2002’deki önleyici savaş doktrininin ilan edilmesinden yalnızca birkaç ay sonra Irak’a yapılan saldırı, bir savaş suçuydu. Eğer ABD 1946’da Nürnberg’de belirlenmiş içtihatlara göre sorumlu tutulmuş olsaydı, Bush, Cheney, Rumsfeld, Powell ve daha birçok kişi yargılanırdı.

I. ve II. Dünya Savaşlarına yönelik herhangi bir incelemeden kaçınılmaz olarak çıkan can alıcı soru, bu tür felaketlerin yeniden yaşanıp yaşanamayacağıdır. Yirminci yüzyıldaki bu savaşlar tarihsel gelişmenin “normal” yolundan dehşet verici bir sapma mıydı? III. Dünya Savaşı’nın patlamasını mümkün kılacak uluslararası anlaşmazlıkların ve çelişkilerin yeniden ortaya çıkmasını düşünmek mümkün mü?

Bu sorunun yanıtı, zorlama bir spekülasyonu gerektirmiyor. Gerçek soru, yeni bir küresel savaşın mümkün olup olmadığından çok, böylesi bir felaketin yaşanmasından önce ne kadar zamanımız olduğudur. Buradan hareketle, bir sonraki ve en belirleyici soru, onun gerçekleşmesini engellemek için yapılabilecek herhangi bir şey olup olmadığıdır.

Savaş riskini tartarken, ABD’nin, Irak’a ilk saldırdığı 1990’dan bu yana tekrar tekrar önemli askeri çatışmalara girdiğini unutmamak gerekir. O, geçtiğimiz on yıl içinde, 1999’dan bu yana, Balkanlar’da, Basra Körfezi’nde ve Orta Asya’da büyük savaşlar sürdürdü. Bu savaşların tamamı, şu ya da bu biçimde, ABD’nin egemen küresel konumunu sağlama almaya yönelik çabalarla bağlantılıydı.

ABD’nin giderek daha fazla askeri güce başvurmasının onun sürekli kötüleşen küresel ekonomik konumu bağlamında gerçekleşmesi son derece önemlidir. ABD, ekonomik bakımdan güçsüzleştiği ölçüde, bu güçsüzlüğü askeri güç yoluyla dengeleme eğilimi sergiliyor. Bu bakımdan, 1930’ların sonlarındaki Nazi rejiminin politikaları ile rahatsız edici benzerlikler söz konusudur.

Dahası, 2002 Stratejik Doktrini’ni aklında tutan ABD, ekonomik ve askeri gelişmesi Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon stratejistleri tarafından önemli tehditler olarak görülen ve sayısı artan bir dizi güç ile karşı karşıya gelmektedir. Ekonomik güç dengesi ABD’den çeşitli küresel rakiplere doğru uzaklaşırken (2008’de patlamış olan ekonomik kriz eliyle hızlandırılmış ve halen devam etmekte olan bir süreç), olumsuz ekonomik gidişatı tersine çevirmek için askeri güce başvurma yönünde sürekli artan bir eğilim söz konusu.

Son olarak, eğer I. ve II. Dünya Savaşlarının Britanya ile Fransa’nın egemen olduğu eski emperyalist düzenin yeni rakiplerin ortaya çıkması sonucunda istikrarsızlaşmasından kaynaklandığını anımsarsak, egemen güç ABD’nin şimdiden iç krizlerle örselenmiş olduğu ve küresel egemenliği sürdürmede zorlandığı mevcut uluslararası düzenin, var olan düzenlemelerden hoşnut olmayan yükselen güçlerin (Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, AB vb.) uyguladığı basınç altında parçalanması olanaksız değildir.

Buna, her an bölge dışı güçlerin müdahalelerini tetikleyebilecek ve küresel bir felakete yol açabilecek askeri çatışmalara dönüşme tehlikesi oluşturan artan bölgesel gerilimleri ekleyelim. Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan çatışma sonucunda 2008 yazında ortaya çıkan gergin durumu anımsamak yeter.

III. Dünya Savaşı’nı yalnızca sosyalist devrim önleyebilir

Dünya bir barut fıçısı. Mesele, egemen sınıfların mutlaka savaş istemesi değildir. Onlar, savaşı mutlaka engelleyebilecek durumda da değiller. Troçki’nin II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yazmış olduğu gibi, kapitalist rejimler, gözleri kapalı bir şekilde kızakla felakete doğru kayıyorlar. Emperyalizmin ve kapitalist ulus devlet sisteminin pazarlara, hammaddelere ve ucuz emeğe erişim sağlama ve dizginsiz kar ve kişisel servet peşinde koşma dürtüsü biçimindeki çılgın mantığı, kaçınılmaz olarak savaşa yol açıyor.

O halde onu ne durdurabilir? Tarih bize, emperyalizmin korkunç mekanizmalarının, yalnızca insan kitlelerinin –en başta işçi sınıfının– tarihsel sürece aktif ve bilinçli müdahalesi eliyle durdurulabileceğini gösteriyor. Emperyalist savaşı durdurmanın, uluslararası sosyalist devrim dışında bir aracı bulunmuyor.

İkinci Enternasyonal’in ihanetine karşı çıkan Lenin, 1914’te, emperyalizm çağının savaşlar ve devrimler çağı olduğunu belirtmişti. Yani, emperyalist savaşa yol açan küresel ekonomik, toplumsal ve siyasal çelişkiler, aynı zamanda uluslararası sosyalist devrimin nesnel temellerini oluşturmaktadır. Bu anlamda, emperyalist savaş ve dünya sosyalist devrimi, farklı ve karşıt toplumsal sınıfların kapitalizmin tarihsel açmazına verdikleri yanıtlardır. Lenin’in dünya durumu değerlendirmesinin yerindeliği, Rusya’da 1917’de devrimin patlamasıyla doğrulanmıştı.

Bizler, doksan beş yıl önce I. Dünya Savaşı’nın ve yetmiş yıl önce II. Dünya Savaşı’nın başlamasından bu yana yaşanan bütün değişikliklere rağmen, hala emperyalist çağda yaşıyoruz. Dolayısıyla, bugün insanlığın karşı karşıya olduğu büyük sorular şunlardır: Uluslararası işçi sınıfı içinde siyasi bilincin gelişmesi emperyalizmin biriken yıkıcı eğilimlerine karşı koyacak mı? İşçi sınıfı, kapitalizm ve emperyalist ulus devlet sistemi insanlığı uçuruma sürüklemeden önce, yeterli siyasi bilinci zamanında geliştirecek mi?

Bunlar, yalnızca akademik değerlendirme soruları değildir. Bu soruların ortaya atılması, aktif bir yanıtı gerektirir. Yanıt bir derslikte değil ama toplumsal güçlerin gerçek çatışmasında verilecektir. Sorunu mücadele karara bağlayacak. Bu mücadelenin sonucunu, belirleyici bir ölçüde, devrimci, yani sosyalist bilincin gelişmesi etkileyecektir. Emperyalist savaşa karşı mücadele, en yüksek ifadesini, işçi sınıfının yeni bir siyasi önderliğini inşa mücadelesinde bulmaktadır.

Stalinist, sosyal demokrat ve reformist sendika bürokrasilerinin ihanetlerinin mümkün kıldığı bir felaket olan II. Dünya Savaşı’nın patlamasından yalnızca birkaç ay önce, üst düzey bir siyasi gerçekçi olan Troçki, şunları yazmıştı:

Kapitalist dünyanın, uzatılmış bir can çekişme dışında bir çıkışı yok. Eğer on yıllar değilse de uzun yıllar sürecek savaş, ayaklanmalar, kısa ateşkes aralıkları, yeni savaşlar, yeni ayaklanmalar yıllarına hazırlanmak gerekiyor. Genç bir devrimci parti bu perspektifi temel almalıdır. Tarih ona kendisini sınaması, deneyim edinmesi ve olgunlaşması için yeterince fırsat ve olanak sağlayacaktır. Öncünün safları ne kadar çabuk kaynaşırsa, kanlı sarsıntılar çağı o kadar kısa süreli olacak, gezegenimiz o kadar az zarar görecektir. Ancak, her durumda, büyük tarihsel sorun, devrimci parti proletaryanın başına geçene kadar çözülmeyecek. Hız ve zaman aralıkları sorunu son derece önemlidir ama bu ne genel tarihsel perspektifi ne de bizim politikamızın yönünü değiştirir. Sonuç basit: proleter öncüyü on kat enerjiyle eğitme ve örgütleme işini sürdürmek gerekiyor. Dördüncü Enternasyonal’in görevi tam da burada yatmaktadır.[13]

Küresel emperyalist krizin erken bir döneminde yazılmış olan bu çözümleme, mevcut durumda karşılık bulmaktadır. Söz konusu olan insan uygarlığının geleceğidir. Savaşa doğru gidişi durdurmak ve insanlığın geleceğini güvenceye almak, her şeyden önce gençliğin sorumluluğudur. Bu yüzden, konferansı, sizi Sosyalist Eşitlik Partisi’ne katılmaya ve Sosyalist Devrimin Dünya Partisi olarak Dördüncü Enternasyonal’in inşasına katkıda bulunmaya çağırarak bitirmem gerekiyor.


[1]

Tam kayıp rakamları yok. Toplam rakamlar kaynaklara göre biraz farklılaşıyor. Bu rakamlar Wikipedia’dan [http://en.wikipedia.org/wiki/World_War_I_casualties] ve başka web siteleri ile kitaplardan çıkartıldı.

[2]

Lev Troçki, The War and the International 1915, A Young Socialist Publication, Colombo, 1971, syf. vii–viii.

[3]

Adam Tooze, The Wages of Destruction: The Making and Breaking of the Nazi Economy [Yıkım Ücretleri: Nazi Ekonomisinin Üretilmesi ve Parçalanması]; Penguin Books, Londra 2006, syf. xxiv–xxv.

[4]

Lev Troçki, Writings of Leon Trotsky 1933–34 [Lev Troçki’nin Yazıları 1933-34]; Pathfinder Press, New York, 1975, syf. 300.

[5]

Age., syf. 304.

[6]

Age.

[7]

Age., syf. 307.

[8]

Age., syf. 302.

[9]

Lev Troçki, Writings of Leon Trotsky 1939–40; Pathfinder Press, New York, 1973, syf. 233.

[10]

Akt. Nicholson Baker, Human Smoke: The Beginnings of World War II, the End of Civilization [İnsan Dumanı: II. Dünya Savaşı’nın Başlaması, Uygarlığın Sonu], Simon ve Schuster, New York, 2008, syf. 16.

[11]

Frank McDonough, Hitler, Chamberlain and Appeasement [Hitler, Chamberlain ve Yatıştırma Politikası]; Cambridge University Press, Cambridge, 2002, syf. 33.

[12]

Gabriel Jackson, Civilization and Barbarity in Twentieth Century Europe [Yirminci Yüzyıl Avrupa’sında Uygarlık ve Barbarlık]; Prometheus Books, New York, 1999, syf. 176–177.

[13]

Lev Troçki, Writings of Leon Trotsky 1939–40, syf. 260–261.