Bu konferans, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin önde gelen yazarlarından Bill Van Auken tarafından 25 Temmuz 2019’da Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD) Yaz Okulu’nda verildi.
Sovyetler Birliği’nin Moskova’daki Stalinist bürokrasi tarafından kasten tasfiye edilmesinin ve Ocak 1991’de başlayan Birinci Körfez Savaşı’nın üzerinden neredeyse otuz yıl geçti. Yarım milyonu aşkın —2003 Irak istilasına gönderilen asker sayısının iki katından fazla— ABD askerinin konuşlandırılmasını içeren bu savaş, ABD ve dünya emperyalizminin gelişiminde şüphesiz bir dönüm noktası oldu.
Benzer şekilde bu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) için de bir dönüm noktasıydı. Nesnel gelişmeler, özellikle de Stalinizmin çözülmesi, DEUK’un Pablocu revizyonizme karşı uzun süreli mücadelesiyle kesişti. Bu mücadele, 1985 bölünmesiyle ve Uluslararası Komite’nin 1953’te kurulmasından bu yana ilk kez öğretiye bağlı Troçkistlerin DEUK üzerindeki kontrolünün sağlamlaşmasıyla sonuçlandı. Bu, Dördüncü Enternasyonal ile işçi sınıfı arasındaki ilişkide köklü bir değişikliğin sinyalini veriyordu.
Bu değişikliği kavrayan DEUK, uluslararası işçi sınıfına önderlik etmenin muazzam siyasi sorumluluğunu omuzlamaya çalıştı. Bu, Kasım 1991’de Berlin’de düzenlenen olağanüstü öneme sahip “Savaşa ve Sömürgeciliğe Karşı Dünya İşçi Konferansı”nın toplanmasında somut ifadesini buldu. Bu konferansa daha sonra geri döneceğiz.
ABD emperyalizminin 1991 Körfez Savaşı ile tek taraflılığa ve militarizme keskin dönüşü, Amerikan kapitalizminin uzun süreli krizi ve küresel ekonomideki hâkimiyetinin göreli gerilemesiyle bağlantılıydı. SSCB’nin sona ermesiyle birlikte, ABD emperyalizmi, Amerikan şirketlerinin, 1970’lerden beri büyüyen Avrupalı ve Japon rakipleriyle karşı karşıya kaldıkları zorlukları, artık ABD silahlı kuvvetlerinin nispeten serbest kullanımı yoluyla dengelenebileceği sonucuna vardı.
Basra Körfezi örneğinde, ABD ordusu, dünyanın en önemli petrol üretim bölgesinde rakipsiz Amerikan üstünlüğünü güvence altına almak için kullanılabilir ve bu da Washington’ı petrol ithalatına bağımlı Avrupalı ve Asyalı emperyalist rakiplerine enerji kaynağını kesme tehdidi ile şantaj yapabilecek bir konuma getirirdi. Körfez Savaşı öncesinde Başkan George H. W. Bush’un açıklayacağı gibi, Irak’a yapılacak bir saldırı, ABD’ye “ikna edebilme gücü” verecekti. Bu da “daha uygun ticari ilişkilere” yol açacaktı.
Körfez Savaşı bizi şaşırtan bir gelişme olmadı. DEUK, 1988 Perspektifler Kararı’nda şu uyarıda bulunmuştu:
ABD, ekonomik hegemonyasını kaybetmesine rağmen, askeri olarak en güçlü emperyalist ülke olmaya devam ediyor ve küresel polis rolünü koruyor. Ancak 1945’te Amerikan Yüzyılı denilen şeyin başlangıcında hüküm süren koşullar büyük ölçüde değişti. Bir zamanlar büyük kapitalist uluslar arasında sözünü “yasa” haline getiren ekonomik üstünlüğün kaybı, Amerika Birleşik Devletleri’ni askeri gücünün kaba kuvvetine her zamankinden daha fazla bel bağlamaya zorluyor. [1]
Karar, 1934 tarihli Savaş ve Dördüncü Enternasyonal’den alıntı yaparak, Troçki’nin bir kehanetinin doğrulanmak üzere olduğunu belirtiyordu. “Dünya paylaşılmış durumda mı? O halde yeniden paylaşılması gerekiyor. Almanya için bu ‘Avrupa’yı düzenleme’ meselesiydi. ABD ise dünyayı ‘düzenlemek’ zorunda. Tarih, insanlığı Amerikan emperyalizminin öfkeli patlamasıyla karşı karşıya getiriyor.” Bu, sadece iki yıl içinde doğrulandı.
Yaklaşık 30 yıl önceki bu olaylar ile mevcut küresel siyasi durum arasında bariz bir süreklilik var. Basra Körfezi’nde ABD hegemonyası kurma mücadelesi, Irak’ın üç katı nüfusa ve dört katı kara kütlesine sahip bir ülke olan İran’a karşı yeni ve daha da korkunç bir savaşın tetiklenmesi tehdidi yaratıyor. Askeri bir çatışmanın patlak vermesi sadece an meselesidir.
Son otuz yılda ABD hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi yönetimler altında kesintisiz ve sürekli genişleyen bir savaş halindeydi. Ortadoğu ve Orta Asya topraklarını fethetme ve zapt etme dürtüsü, Amerikan egemen sınıfının hemfikir olduğu bir politikadır. Irak’ta bir milyondan fazla; Afganistan, Libya, Suriye ve Yemen’de ise yüz binlerce insanın ölümü bu politikanın sonuçları arasındadır.
Bu çeşitli çatışmalar giderek bir Üçüncü Dünya Savaşı’na dönüşme tehdidi oluşturuyor. Yeni Genelkurmay Başkanı, tüyler ürpertici bir şekilde, Rusya ve Çin ile nükleer çatışmaya hazırlanmanın ordunun bir numaralı önceliği olduğunu ifade etti. Bu sırada Pentagon, Dr. Strangelove’ın çok ötesine geçen, görünüşte çılgınca bir “ortak doktrin” yayımladı. Doktrinde şunlar belirtiliyor: “Nükleer silahlar, belirleyici sonuçların ve stratejik istikrarın restorasyonunun koşullarını yaratabilirler. Özellikle de, nükleer silahların kullanılması savaşın kapsamını kökten değiştirecek ve komutanların kazanmasını sağlayacak durumlar geliştirecektir.”
Egemen çevrelerde, otuz yıllık savaşın yalnızca bir dizi bozguna yol açtığına ve ABD emperyalizminin, ordu ve dış politika çevrelerinin ifadesiyle Rusya ve Çin’den gelen “stratejik rekabet” ile karşı karşıya olduğuna dair endişeler söz konusu. Aynı zamanda, Washington ile eski NATO ortakları arasında, özellikle de ABD’nin iki dünya savaşında savaştığı Almanya ile arasında, giderek keskinleşen anlaşmazlıklar ortaya çıkıyor.
Küresel ekonominin birbirine bağlı karakteri ile kapitalist ulus devlet sistemi arasındaki çelişki, amansızca yeni bir dünya savaşına doğru gidiyor.
Bu koşullar altında, ABD’li dış politika uzmanları, yaklaşık 30 yıl önce ilan edilen “tek kutuplu uğrak”ın sona ermesinden yakınan ve geçmişe belirli bir nostaljiyle bakan yorumlar yapıyorlar.
CNN’in multi-milyoner sahte entelektüel şarlatanı Fareed Zakaria’nın Foreign Affairs’da yayımlanan “Amerikan Gücünün Kendi Kendini Yok Etmesi” başlıklı makalesi bu yorumlar arasındadır. Zakaria şöyle yazıyor:
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana Amerika Birleşik Devletleri dünyayı dönüştürmek istedi. 1990’larda bu her zamankinden daha mümkün görünüyordu. Gezegendeki ülkeler Amerikan yoluna doğru ilerliyordu. Körfez Savaşı, uluslararası hukuk tarafından meşrulaştırılmış … bir normu korumak üzere yürütülmesinden dolayı dünya düzeni açısından yeni bir kilometre taşı gibi görünüyordu. [2]
Amerikan yolu, dünya düzeni, normlar ve uluslararası hukuk: Bu kesimler bir kitlesel katliamı böyle hatırlıyorlar.
Zakaria, 1991’de yine Foreign Affairs’de “Tek Kutuplu Uğrak” başlıklı bir makale yazan ve bu kavramı popülerleştiren aşırı sağcı köşe yazarı Charles Krauthammer’e özel bir saygı gösteriyor. Krauthammer, Amerikan kapitalizminin dünya çapında hâkimiyetini savunmak için ABD askeri saldırganlığının tek taraflı kullanılması biçimindeki yalın bir perspektifin tanıtımını yapmıştı.
Böyle zamanlarda güvenlik açısından en büyük umudumuz … dünya düzeninin kurallarını utanmadan ortaya koyan ve onları uygulamaya hazır olan tek kutuplu bir dünyaya liderlik edecek Amerikan gücü ve iradesindedir.
ABD’nin bir sonraki büyük savaşının bahanesini sunarak şöyle devam etmişti: “Kitle imha silahları tehdidi savuran ve kullanan devletlerle yüzleşmek, onları caydırmak ve gerekirse silahsızlandırmaktan başka bir alternatif yoktur. Ve bunu ABD’den başka yapacak kimse yok.”
Krauthammer ayrıca ABD emperyalizminin tek kutuplu uğrağını koruyamazsa, bunun “dış nedenlerle değil, iç nedenlerle” olacağı konusunda ısrarcıydı: “Durgun üretkenlik, azalan çalışma alışkanlıkları, refah devletinin sosyal yardım programlarına artan talep ve ekolojik lükslere yönelik yeni meraklar.” Krauthammer, “savunma harcamaları azalırken ülke içindeki sosyal yardım programları neredeyse iki katına çıktı” diyor ve özellikle “Amerika’nın hiçbir bedel ödemeden daha yüksek yaşam standartlarına yönelik doyumsuz arzusunu” suçluyordu. [3]
Bu, 1981’deki PATCO grevinin kırılmasından sonra işçi sınıfının yaşam standartlarına on yıl boyunca aralıksız yapılan saldırıların ardından geliyordu. Mesaj açıktı: Dışarıdaki emperyalist savaşa, ABD’nin kendi içinde toplumsal karşıdevrimin ve sınıf savaşının yoğunlaştırılması eşlik etmeliydi.
Körfez Savaşı’nın öncesinde bizzat Bush, ABD’nin askeri gücünün nispeten savunmasız, ezilen bir ülkeye karşı serbest bırakılmasının “Yeni Dünya Düzeni”ni başlatacağını ilan etti.
Bu “Yeni Dünya Düzeni”nin içeriği hiçbir zaman açıklanmadı. Açık olan tek şey, eski dünya düzeninin bozulduğu ve onun yerini alacak olanın, ilk olarak, ABD askeri şiddetinin patlaması olduğuydu.
Doğu Avrupa’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist rejimlerin —yüzeysel burjuva entelektüeller tarafından “tarihin sonu” ve “kapitalizmin zaferi” olarak kutlanan— feci çöküşü, II. Dünya Savaşı sonrası eski düzenin önemli bir payandasını ortadan kaldırmıştı. Dahası, otarşik Stalinist ekonomilerin altını ölümcül biçimde oyan kapitalist üretimin küreselleşmesi ve teknolojik gelişme biçimindeki aynı kuvvetler, tüm dünya kapitalist düzenini derin bir krize sürüklüyordu.
Hareketimiz bunu net bir şekilde kavramıştı. Stalinizmin çöküşüne ve Basra Körfezi’ndeki savaş krizine yönelik tutumumuz, Stalinizmin çöküşüyle tamamen morali bozulan küçük burjuva solcularının tutumu ile taban tabana zıttı. Bu moral bozukluğunun nedeni, bu çöküşün işçi sınıfı açısından doğurduğu tehlikeler değil, sırtlarını yasladıkları ve sınıf mücadelesini bastırma aracı işlevi gören bürokratik aygıtın ortadan kalmış olmasıydı. Bu küçük burjuva solcuları yeni bir “Yüzyılın Gece Yarısı”nın geldiğini ilan ederek, her türlü sosyalizm iddiasından veya anti-emperyalizmden vazgeçtiler.
Uluslararası Komite’nin yaklaşmakta olan Körfez Savaşı’na yönelik tutumu, İşçiler Birliği’nin Ulusal Sekreteri David North tarafından partinin 30 Ağustos 1990’daki özel kongresine sunulan raporda açıklanmıştı:
ABD’nin Irak’ı tehdit ettiği savaş, emperyalist bir haydudun yoksul ve tarihsel olarak ezilmiş bir ülkeye karşı savaşıdır; … Ortadoğu’nun çok önemli petrol rezervleri üzerinde kontrol sağlamayı ve bu temelde ABD’nin dünya emperyalizmi içindeki konumunu güçlendirmeyi amaçlayan bir yağma savaşıdır.
Irak kuvvetlerinin Kuveyt’i istila etmesinin üzerinden daha bir ay geçmemişti. ABD, Suudi Arabistan’a asker ve Basra Körfezi’ne savaş gemileri yığıyordu. Aynı zamanda, yağmaya katılmak isteyen diğer irili ufaklı emperyalist güçlerin tam desteğiyle ve en önemlisi, Gorbaçov liderliğindeki Stalinist bürokrasisinin işbirliğiyle, BM’de savaşı onaylama kararlarını geçirmeye çalışıyordu.
Rapor, Körfez’deki savaş krizinin dünyanın yeni bir emperyalist paylaşımını başlattığını belirtiyordu:
II. Dünya Savaşı sonrası dönemin sonu, sömürgecilik sonrası dönemin de sonu demektir. Emperyalist burjuvazi, “sosyalizmin başarısızlığını” ilan ederken, henüz kelimelerle olmasa da eylemlerle, bağımsızlığın “başarısızlığını” da ilan ediyor.
Rapor, Bush yönetiminin Basra Körfezi’ndeki devasa savaş hazırlığının Irak’ın “küçük” Kuveyt’i istilasına gerekli bir yanıt olduğu yönündeki iddialarını çürütüyordu. Aksine istila “son üç Amerikan hükümetinin on yıldan fazla bir süredir üzerinde çalıştığı stratejik planların hayata geçirilmesi için uzun zamandır beklenen bahaneyi sağladı.”
Gerçekten de Demokratik Partili Başkan Jimmy Carter, Ocak 1980’de “Carter Doktrini” denilen programı ilan etmişti. Doktrin şunları belirtiyordu:
Bir dış gücün Basra Körfezi bölgesinin kontrolünü ele geçirme girişimi, Amerika Birleşik Devletleri’nin hayati çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak kabul edilecek ve böyle bir saldırı, askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her yolla geri püskürtülecektir.
Bu tehdit “Batılı ulusların Ortadoğu’dan gelen hayati petrol arzına çok büyük bağımlılığı” temelinde haklı gösterilmişti. Carter’ın halefi Ronald Reagan ise, ABD’nin bu hayati petrol çıkarlarını istikrara yönelik iç tehditlere karşı da savunacağını taahhüt eden “Reagan neticesi”ni devreye soktu.
ABD hükümeti, Basra Körfezi’ne askeri müdahale için kasten bahane yaratmıştı. Irak ile Kuveyt arasındaki gerilim, Washington’ın Irak’taki Saddam Hüseyin rejimine azımsanmayacak yardımlar sağladığı İran-Irak savaşının sona ermesinden bu yana artıyordu. Kuveyt’in petrol fiyatlarını düşürmesi ve borçların ödenmesini talep etmesi, savaştan zarar görmüş Irak ekonomisini daha da sarsmışken, Bağdat Kuveyt’in iki ülke sınırında bulunan Irak’a ait Rumaila petrol sahasında eğik sondaj yaptığını iddia etti.
ABD’nin Irak büyükelçisi April Glaspie, Bush’un “son nokta”yı ilan edip savaşa gidişi başlatmasından haftalar önce, Saddam Hüseyin’e ABD’nin dostluğu ve sempatisi konusunda güvence vermek için 25 Temmuz 1990’daki bir toplantıyı kullandı ve ona Washington’ın “Kuveyt ile olan sınır anlaşmazlığı gibi Araplar arası çatışmalarda bir görüşünün olmadığını” söyledi.
Irak’ta tırmanan ekonomik ve toplumsal kriz karşısındaki çaresizliğin yönlendirdiği Saddam Hüseyin, kurulan tuzağa çabucak düştü.
ABD’nin özgürlük ve demokrasi adına yürütülen her emperyalist savaşı gibi, Körfez Savaşı da düzenbazlığa ve yalanlara dayandırıldı.
Washington’ın yakın zamana kadar bir müttefik olarak kur yaptığı Saddam Hüseyin’i Adolf Hitler ile aynı kefeye koyma girişiminde bulunuldu. Bu şeytanlaştırma, sonraki her ABD savaşının standart bir özelliği haline gelecekti. Aslında bu, iki yıldan daha kısa bir süre önce Körfez Savaşı’nın provasında kullanılmıştı. Panama istilasına hazırlanan ABD Dışişleri Bakanlığı, uzun süredir bir CIA varlığı olan Manuel Noriega’nın uyuşturucu ticaretine karışmasını, Hitler’in Polonya’yı istilasıyla karşılaştırmıştı.
ABD kamuoyunu Körfez savaşına destek vermeye yönlendirmek için büyük bir propaganda kampanyası yürütüldü. Bu, 15 yaşındaki bir kızın gözyaşları içinde Kongre’ye verdiği ifade rezaletini de içeriyordu. İfadeye göre silahlı Irak birlikleri kuvözleri çalmak için bir hastaneyi işgal etmiş ve bebekleri yere atıp öldürmüştü. Ancak daha sonra hikâyenin tamamen uydurma olduğu ortaya çıktı. Kız, Irak’ın istilası öncesinde, sırasında veya sonrasında Kuveyt’te bulunmamıştı. O aslında Kuveyt’in Washington büyükelçisinin kızıydı, kraliyet ailesinin üyesiydi ve büyük bir halka ilişkiler firması tarafından yazılmış bir senaryoyu okumak üzere gönderilmişti.
En sonunda Bush, askeri müdahaleyi, Irak’ın Suudi Arabistan sınırına 120.000 asker yığarak mutlak bir tehdit oluşturduğu iddiasıyla gerekçelendirdi. Uydu görüntüleri daha sonra Kuveyt-Suudi Arabistan sınırında çöl kumundan başka bir şey olmadığını ortaya çıkardı.
1990’da İşçiler Birliği Özel Kongresi’ne sunulan raporda kritik önem taşıyan bir bölüm, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i istilasına yönelik tutumumuzun netleştirilmesiyle ilgiliydi. Uluslararası Komite içindeki ilk tepkiler, Britanya şubesinin gazetesinde yayımlanan ilk makalede olayın bir “saldırı eylemi” olarak kınanmasını içeriyordu. Öte yandan, Avustralya şubesinden, Kuveyt’in ilhakını “Arap devriminin yerine getirilmemiş ulusal ve demokratik görevlerini” ilerletme yolunda “küçük bir adım” olarak desteklememiz gerektiğine dair bir öneri gelmişti.
Rapor, Irak’ın saldırganlığını kınamak için hiçbir nedenin olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. İstila öncesinde Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın Irak’a karşı yürüttüğü ekonomik savaş göz önüne alındığında, bizim derdimiz ilk kurşunu kimin attığı değildi. Dahası böyle bir tavır almak, Britanya emperyalizmi tarafından Arap Yarımadası’na dahi iyi hâkim olmak için Irak’ın güneyindeki Basra eyaletinden kesilip yaratılmış bir şeyhlik olan Kuveyt’in toprak bütünlüğünü desteklemek olacaktı. Ortadoğu’da emperyalist güçler tarafından çizilen hemen hemen tüm sınırlar için de aynısı geçerlidir.
Rapor aynı zamanda, Avustralya şubesinin bir üyesinin Kuveyt’in ilhakını desteklememiz yönündeki önerisine yanıt olarak şunları belirtiyordu:
Hüseyin’in istilasına herhangi bir ilerici rol atfetmek DEUK’u yanlış bir yöne götürecek ve WRP’nin [İşçilerin Devrimci Partisi] dünya sosyalist devrimi programına ihanetine karşı kolektif mücadelemizle 1985’ten bu yana elde edilen teorik ve siyasi kazanımları baltalayacaktır.
Elbette burada, İşçilerin Devrimci Partisi’nin (WRP) Sürekli Devrim Teorisi’nden vazgeçmesine; özellikle de işçi sınıfının bağımsız mücadelesini sistematik olarak şu ya da bu burjuva milliyetçi liderin sözde anti-emperyalist duruşuna tabi kılarak çeşitli Arap rejimleriyle kurduğu oportünist ilişkilere karşı verilen mücadeleye atıfta bulunuyor.
Rapor, Irak’ın Kuveyt’i istilasına, bunu gerçekleştiren rejimin sınıfsal doğasını ve çıkarlarını net bir şekilde incelemeden ilerici bir rol atfedilemeyeceğini ısrarla vurguluyordu. Irak’taki Saddam Hüseyin örneğinde istila, “Arap devriminin ulusal ve demokratik görevlerini yerine getirmek” için değil, Irak burjuvazisi ile emperyalizm arasında daha elverişli bir ilişki kurmak için hareket eden bir burjuva rejim tarafından gerçekleştiriliyordu.
Böylece DEUK, Saddam Hüseyin rejimine ve politikalarına olan muhalefetine rağmen ve uluslararası sosyalist bir perspektif temelinde, ezilen eski bir sömürge olan Irak’ı emperyalizme karşı savundu. DEUK, emperyalizme karşı mücadelenin ancak hem ABD’de ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde hem de bizzat Ortadoğu’da işçi sınıfının bağımsız devrimci hareketi yoluyla yürütülebileceğinde ısrar etti.
Raporun belirttiği gibi:
Arap kitlelerinin ekonomik ve kültürel gelişimi, yalnızca “emperyalistlerin oluşturduğu bölgeler”in değil, Ortadoğu’daki tüm kapitalist ulus devlet sisteminin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Biz, sınırların yeniden düzenlenmesini değil, kaldırılmasını istiyoruz. Bu ancak devrimci proletarya tarafından sosyalist bir program temelinde başarılabilir.
ABD, 16 Ocak 1991’de Körfez Savaşı’nı başlattı. Çöl Fırtınası adıyla anılan operasyon, askeri tarihin esasen en yoğun hava bombardımanlarından birini içeriyordu. Sadece 42 gün içinde Irak’a 88.000 ton mühimmat atıldı. Bu, II. Dünya Savaşı boyunca Almanya’ya atılan toplam bomba tonajının yaklaşık dörtte birine denktir. Irak’ın zayiatının toplam 135.000 olduğu tahmin ediliyordu. Irak’ın acemi askerlerden oluşan ordusunun büyük kısmı yok edildi; askerler havadan yakıldılar veya siperlerine diri diri gömüldüler. Ve elbette, ülkenin altyapısının sistematik olarak tahrip edilmesinin sonucunda yüz binlerce Iraklı daha öldü.
ABD, Ölüm Otoyolu olarak adlandırılan otoyolda, geri çekilmesini talep eden bir BM kararına uyduğunu duyuran Hüseyin hükümetinin emriyle Kuveyt’ten çekilen Irak askerlerinin yanı sıra sivilleri de taşıyan savunmasız, kilometrelerce uzunluktaki bir araç konvoyuna ardı ardına bombalar yağdırdı.
Bu savaş suçuna yanıtımızda belirttiğimiz gibi:
ABD’nin Irak’a karşı savaşı yirminci yüzyılın en korkunç suçları arasında yer almaktadır. Bu, gelecek nesillerin utançla bakacağı bir katliamdır. Savaş, sözde demokratik Amerika’nın egemen sınıfının, Naziler kadar toplu katliam yapma yeteneğine sahip olduğunu göstermiştir. [4]
Wall Street Journal, Körfez Savaşı üzerine başyazısında şöyle yazıyordu:
Amerika’nın uzun süredir birbirlerinin boğazına yapışmış durumda olan egemen seçkinleri için, ABD’nin dünyadaki rolü hakkında işleyen bir fikir birliğini yeniden oluşturmanın yolu şimdi daha açık olmalıdır. Politika oluşturanların dünyasının en bölücü sorunlarından bazıları artık çözümlenmiş görünüyor. Zor/güç, meşru bir politika aracıdır; işe yarıyor. Seçkinler için mesaj, Amerika’nın öncülük edebileceği, sızlanmayı bırakabileceği ve daha cesurca düşünebileceğidir. Hemen şimdi. [5]
Biz, ABD mali sermayesinin sözcüsünün bu başyazısının, Amerikan burjuvazisi içinde hâkim olan patolojik zafercilik anlayışının doğru bir yansıması olduğunu anladık.
Uluslararası Komite’nin 11. Plenumu, Körfez Savaşı’nın bitiminden bir hafta geçmeden, 5 Mart 1991’de yapıldı. Açılış raporunda şunlar belirtiliyordu:
Amerikan burjuvazisi, Amerikan emperyalizminin ABD’nin uzun süreli ekonomik gerilemesinden kaynaklanan sorunların üstesinden gelmek için zor kullanacağını bildiriyor. Burjuvazi, Amerikan kapitalizminin tüm sorunlarına —sanayi temelinin çürümesi, denizaşırı pazarlarının kaybı, devasa ticaret ve bütçe açıkları, bankacılık sisteminin çöküşü, toplumsal sorunların kangren gibi büyümesi— bir çözüm bulduğuna inanıyor: Zor!
Rapor, 113 yıl önce yazılmış olan Anti-Dühring’den, Engels’in Dühring’in zorun tarihte belirleyici unsur olduğu iddiasına Marksist bir yanıt verdiği son derece alakalı bir pasajı aktarıyordu:
… kendi üretici güçleri onun kontrolünü aştı ve sanki bir doğa yasasının zorunluluğuyla, tüm burjuva toplumu çöküşe ya da bir devrime doğru sürüklüyor. Ve burjuvalar şimdi çökmekte olan “ekonomik durum”u nihai yıkımdan korumak için zora çağrı yaptıklarında, bununla sadece, sanki “siyasi koşullar ekonomik durumun tayin edici nedeniymiş” gibi, Bay Dühring’le aynı yanılgıya kapıldıklarını; tıpkı Bay Dühring gibi, “birincil olan”la, “dolaysız siyasi zor”la, o “ikinci dereceden olguları”, ekonomik durumu ve onun önüne geçilemez gelişmesini dönüştürebileceklerine ve böylece buhar makinesinin ve onun tarafından harekete geçirilen modern makinelerin, dünya ticaretinin ve günümüzdeki bankacılık ve kredi gelişmelerinin ekonomik sonuçlarının, Krupp silahları ve Mauser tüfekleri ile ortadan kaldırılabileceğine inandıklarını kanıtlıyorlar. [6]
Buhar makinesinin yerine bilgisayar ve Krupp silahlarının ve Mauserlerin yerine akıllı bombalar ve seyir füzeleri yerleştirin; bu açıklama, Körfez Savaşı’nın ardından ABD egemen sınıfının muzaffer haykırışlarının uygun bir şekilde çürütülmesi olur.
İşçiler Birliği, Washington’ın Irak’a karşı açıkça büyük bir savaşa hazırlanmasına yanıt olarak, savaş üzerine bir halk referandumu düzenlenmesi talebini öne sürdü. Parti, bu demokratik talebi ileri sürerken önemli bir taktiksel girişimde bulunmuş oldu. Bu girişimin amacı, savaşa karşı yaygın muhalefetin mevcut siyasi düzende hiçbir ifade bulamadığı koşullarda, devrimci bozgunculuk perspektifini işçi sınıfı içinde somut uygulamalara dönüştürmekti. ABD Kongresi’nin her iki kanadı da neredeyse oybirliğiyle savaş lehine tavır aldı. AFL-CIO de ABD hükümetini destekledi ve yaklaşan katliam hakkında tek bir kelime etmedi.
Bu talebi öne sürme kararı, ABD Troçkist hareketindeki önemli bir tarihsel emsalden faydalanmıştı: 1937-38’de Anayasa’da önerilen Ludlow Değişikliği üzerine Sosyalist İşçi Partisi (SWP) içinde yürütülen tartışmadan. Bu, Demokrat Kongre Üyesi Louis Ludlow tarafından ABD Temsilciler Meclisi’ne sunulan ve ABD hükümetinin herhangi bir savaş ilanından önce bir halk referandumu ile bunu Amerikan halkına onaylatmasını gerektiren bir anayasa değişikliği önerisiydi. Referandum çağrısı, Roosevelt yönetimini kölece destekleyen Stalinist Komünist Parti’nin şiddetle karşı çıkmasına rağmen, artan bir halk desteği kazanmıştı. O dönemki anketler Amerikan halkının yaklaşık yüzde 70’inin öneriyi desteklediğini gösteriyordu.
Başlangıçta SWP, işçi sınıfındaki demokratik ve pasifist yanılsamaları daha da teşvik edeceği gerekçesiyle teklife herhangi bir destek verilmesine karşı oy kullanmıştı. Troçki bu tavrı eleştirdi ve partinin halk referandumunu destekleyen bir kampanyasının, işçi sınıfını yaklaşmakta olan emperyalist savaşa karşı bağımsız olarak harekete geçirmek için bir kaldıraç sağlayacağını savundu.
Mart 1938’de SWP önderliğiyle yaptığı bir tartışmada Troçki, referandum talebine yaklaşımını açıkladı. SWP’nin referandumun savaşı durdurmayacağı yönündeki argümanına yanıt veren Troçki, elbette yalnızca sosyalist devrimin savaşı sona erdirebileceğinin doğru olduğunu ifade etti. Ancak partinin kapitalist demokrasideki yanılsamalara karşı sürekli mücadele etmek zorunda olmakla birlikte, bu tür talepler işçi kitlelerini politik olarak uyandırmaya ve mücadeleye çekmeye hizmet ettiği ölçüde demokratik talepleri reddetmediğini ısrarla açıkladı. Referandum talebine verilen halk desteği, geniş kitlelerin emperyalist savaşa muhalefetini, hükümete ve halkın Kongre’deki sözde temsilcilerine karşı aktif güvensizliğini yansıtması bakımından ilerici bir içeriğe sahipti.
SWP tutumunu değiştirdi ve partiyi, burjuva reformistleri tarafından desteklenen pasifist ve demokratik yanılsamalarla mücadele ederken, savaş üzerine bir referandumu desteklemek için işçi sınıfı içinde atılgan bir müdahale yürütmeye çağırdı. Aynı zamanda SWP, mücadeleyi referandum talebinin ötesine, işçi sınıfının örgütlü kitlesel mücadelelerine doğru genişletmek ve savaşa karşı kendi devrimci sosyalist programını öne sürmek için mücadele edecekti.
Referandum talebi Geçiş Programı’na dahil edilmişti. Orada şu öngörülmüştü:
Referandum hareketi ne kadar yaygınlaşırsa, burjuva pasifistleri ondan o kadar çabuk uzaklaşacak; Komintern hainlerinin tavizi o kadar eksiksiz olacak; emperyalistlere karşı güvensizlik o kadar keskinleşecektir. [7]
İşçiler Birliği’nin bu girişimi, Los Angeles şubesindeki iki yoldaşın talebi “ütopik” ve “boş” olarak reddeden sekter muhalefetiyle karşılaştı. Bu yoldaşlar, esasen, işçi sınıfının bilincini geliştirmek ve savaşa karşı mücadelede bağımsız bir toplumsal güç olarak müdahalesinin koşullarını yaratmak için herhangi bir talep öne sürme veya herhangi bir pratik adım atma zorunluluğunu reddediyorlardı. Onlar, bunun yerine görevin “işçi sınıfına kapitalizmin kaçınılmaz olarak ekonomik çöküşe, savaşa ve barbarlığa yol açacağını öğretmek” olduğunda ısrar ettiler; işçi sınıfı iktidarı almalıydı. Ne var ki, devrimci partinin sınıf mücadelesine pratik müdahalesi dışında işçi kitlelerinin böyle bir sonuca nasıl varacağı konusunda hiçbir öneride bulunmadılar.
Talebin muhalifleri ayrıca, Bush’un ABD istilası için ilan ettiği son mühletten önce savaşı durdurmanın imkânsız olduğunu ve her halükarda ABD Anayasası’nda bir halk referandumu düzenlemeye yönelik bir madde bulunmadığını ileri sürdüler.
İşçiler Birliği Siyasi Komitesi’nin bu argümanlara verdiği ilk yanıt, “küçük burjuva radikalizmi, demagojik küstahlığı demokratik dar kafalılıkla kolayca birleştirir” şeklindeydi. Siyasi Komite, Bush’un son mühletine ve Anayasa’ya dair argümanlara cevaben ise şöyle belirtti: “Ocak ayında ve sonrasında ne olacağı, neyin ‘anayasal’ olup olmadığı, hiç de küçük olmayan bir ölçüde, sınıfsal güç ilişkisine bağlı olacaktır. Troçki’nin de söyleyeceği gibi, ‘sonucu belirleyecek olan mücadeledir.’” [8]
Hareketimizin üyeleri, “sekter” teriminin, ilkelerimizi savunmamız ve işçi sınıfını Stalinizme, işçi bürokrasilerine ve burjuva milliyetçiliğine tabi kılan siyasete amansız düşmanlığımız nedeniyle Pablocular ve diğer oportünistler tarafından partiye yöneltilen bir yakıştırma olduğunu çok iyi bilirler.
Bununla birlikte, sekterliğe karşı mücadele, hareketin kitlelere giden bir yol bulma ve işçi sınıfı içindeki Stalinist ve Sosyal Demokrat önderlikler tarafından dayatılan tecridi kırma girişimlerine şiddetle karşı çıkan eğilimlerle uğraşmak zorunda kalan Troçkist hareketin tarihinde hatırı sayılır bir rol oynamıştır. Bu, özellikle 1934’te, Fransız Dönüşü ve bunun ABD’de Sosyalist Parti’ye giriş şeklinde uygulanması konusunda yaşandı. Troçki’nin önerdiği bu taktik, işçi sınıfının radikalleşmesi sonucu büyüyen Sosyalist Partilere müdahale etmeyi ve Stalinizmin itibarını sarsmayı amaçlıyordu. Bu taktik, partilerin önderliklerinin sağcı karakterini teşhir ederek en iyi unsurları, özellikle de gençleri kazanmak ve Troçkist partileri kitle mücadelelerine dahil etmek için tasarlanmıştı. Amerikan Troçkistleri örneğinde bu, Sosyalist Parti gençliğini ve işçilerin önemli kesimlerini kazanarak Sosyalist İşçi Partisi’nin kurulmasının koşullarını yarattı.
Referandum kampanyasına yönelik sekter muhalefet parti içinde herhangi bir destek elde edememiş olsa da, bunun siyasi önemini hafife almadık. David North’un 31 Aralık 1990’da İşçiler Birliği’nin ulusal üye toplantısında söylediği gibi:
Durumu açıkça ifade edeceğim. Eğer parti, Los Angeles’lı yoldaşların siyasi eleştirilerine ufacık bir destek vermiş, hatta itimat etmiş olsaydı, bu partinin hızla yıkıma uğraması anlamına gelirdi. Ve eğer eleştirileri Uluslararası Komite içinde bir karşılık bulsaydı, bu, uluslararası hareketin yıkımına yol açardı. [9]
Referandum talebi Britanya’daki WRP’nin her iki hizbinin kalıntıları –Healy takipçileri ile Slaughter ve Banda’nın peşinden gidenler– tarafından da kınandı.
Onların argümanı, referandum talebini öne sürerek ABD emperyalizmine uyarlandığımız ve “devrimci bozgunculuk” perspektifini terk ettiğimiz şeklindeydi..
Bu, 1983’te Troçkizme karşı kurulan ittifakın tekrarlanmasıydı. O dönem Slaughter, İşçiler Birliği’nin WRP’nin giderek Pabloculuğa doğru dönmesine yönelttiği eleştirileri bastırmaya çalışarak, ABD’nin Grenada’yı istilası hakkında Bulletin’de (İşçiler Birliği’nin yayın organı) çıkan bir makaleyi küçümseyen bir şekilde kınamıştı. Bu kınamanın görünüşteki nedeni, makalenin ABD emperyalizminin askeri yenilgisi için açıkça çağrı yapmadığıydı. Slaughter bu sözde hatayı “‘işçi sınıfının siyasi bağımsızlığına’ yapılan yoğun vurgu” diye eleştirdiği şeye bağlıyordu.
ABD birlikleri adayı çoktan fethettikten ve küçük bir Kübalı inşaat işçisi grubu dışında hiçbir direnişle karşılaşmadıktan sonra bir askeri yenilgi çağrısı yapmak saçmaydı. Daha da önemlisi, devrimci bozgunculuğun işçi sınıfının bağımsızlığından ayrılması son derece gerici bir nitelikteydi.
David North, 11. Plenum’a sunduğu raporda, işçi sınıfını emperyalizme karşı harekete geçirmenin ne anlama geldiğini netleştirmek açısından, devrimci bozgunculuğun siyasi önemini ve partinin Körfez Savaşı’na yaklaşımından öğrenilen hayati dersleri anlattı:
Saddam Hüseyin’i Amerika emperyalizmini yenmeye çağıran bir tür siyasi seyirci olduğumuz fikrini reddettik. Bizler, işçi sınıfının siyasi bağımsızlığı ve bu savaşa karşı harekete geçirilmesi için mücadele ediyoruz. Biz emperyalizmin savaşta yenilgisinden bahsettiğimizde, sınıf mücadelesi aracılığıyla yenilgiden söz ediyoruz. …
Troçki’nin dediği gibi, “egemen sınıfın içeride yenilgisi ehvenişerdir” formülü şu anlama gelir: eğer bu, işçi sınıfının bağımsız seferberliği yoluyla gerçekleşirse ehvenişerdir.
North, II. Dünya Savaşı örneğini verdi ve ABD güçlerinin ehvenişer olarak Hitler tarafından yenilgiye uğratılması için yapılacak soyut bir çağrının, Nazi zaferini tercih edilen sonuç yapacağına; böyle bir soyut çağrının Marksizmi alay konusu yapacağına ve tamamen gerici olacağına dikkat çekti. Bununla birlikte, ABD emperyalizminin yenilgisi Amerikan işçi sınıfının başarılı bir devrimi tarafından sağlandığı takdirde, dünya devriminin gelişmesinin ve uluslararası işçi sınıfının faşizmle hesaplaşmasının temellerini atacak şekilde tercih edilen sonucu temsil edecekti.
Dahası, Körfez Savaşı bağlamında, ABD ordusuyla savaşma açısından son Iraklıya kadar devrimci bozgunculuk çağrısı anlamsız ve gericiydi. Askeri güç dengesi öyleydi ki —Ortadoğu’daki kitlelerin ve ABD ile diğer yerlerdeki işçi sınıfının devrimci seferberliği dışında— ABD’nin askeri zaferi fiilen garanti altına alınmıştı. Daha da temel olarak bu çağrı, savaşa karşı işçi sınıfı mücadelesine dayanan mücadeleye yönelik tam bir küçümseme ve düşmanlığı açığa vuruyordu. Bu, işçi sınıfının uluslararası ölçekte, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerde devrimci seferberliğinin yerini proleter olmayan güçler tarafından yürütülen şu ya da bu “silahlı mücadele” biçiminin aldığı Pablocu perspektifle tamamen uyumluydu.
DEUK’un Körfez Savaşı’na, ABD emperyalizminin “tek kutuplu uğrağı”na, kapitalizmin restorasyonu ve SSCB’nin dağıtılması yönündeki adımlara en belirleyici yanıtı, emperyalist savaşa ve sömürgeciliğe karşı Berlin Konferansı’nın çağrısını yapması oldu.
Bu, Uluslararası Komite’nin tarihinde üstlendiği en azimli ve başarılı girişimlerinden biriydi. Konferansın çağrısı 18 dilde yayımlanan bir manifesto ile yapıldı.
1 Mayıs 1991’de yayımlanan bu manifesto, Körfez Savaşı’nı, devrimci sosyalist hareketi savaşa karşı mücadele içinde inşa etme kavgasının uzun tarihi bağlamına sağlam bir şekilde yerleştiren olağanüstü bir belgedir.
Manifesto en başından, konferansın amacının “sosyalist enternasyonalizmin sosyal demokratlar, Stalinistler ve oportünizmin diğer temsilcileri tarafından ihanete uğrayan büyük geleneklerini canlandırmak” olduğunu belirtir.
Manifestonun başlangıç noktası, Körfez Savaşı’nın, işçi sınıfının tüm geleneksel partilerinin ve sendika örgütlerinin tam iflasını teşhir etmeye hizmet ettiğidir. Kapitalist devletin uzantıları işlevi gören bu örgütler, savaşa muhalefeti sistematik olarak bastırmıştır. Bunun anlamı şuydu: savaşa karşı bir mücadele söz konusu olacaksa, ona bizim uluslararası partimiz önderlik etmek zorundaydı.
Manifesto, Stalinizmin savaşı desteklemede oynadığı kritik role gerekli vurguyu yapıyordu. Bu, “Sovyet bürokrasisinin dünya siyasetinde bir tür ‘anti-emperyalist’ gücü temsil ettiğine dair eski efsaneden geriye kalan çok az şeyi nihayet yerle bir etmişti.”
Manifesto, yeni emperyalist şiddetin patlamasıyla birlikte işçi sınıfının, 20. yüzyılın başında emperyalizmin yükselişiyle birlikte gündeme gelen bütün büyük tarihsel ve siyasi görevlerle karşı karşıya geldiğini güçlü bir şekilde ortaya koyar.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile sonuçlanmış olan aynı çelişkiler (toplumsal üretim ile özel mülkiyet; üretimin küresel karakteri ile ulus devlet sistemi arasındaki çelişkiler), daha da yıkıcı bir küresel çatışma yaratma tehdidi oluşturuyordu. Daha önceki dünya savaşlarının öncesinde olduğu gibi, pazarlar, kaynaklar ve ucuz işgücü uğruna savaşlara ve ezilen, savunmasız ülkelerde sömürgeci esarete yol açan mücadele, emperyalist güçlerin kendi aralarında karşı karşıya gelmelerine zemin hazırlıyordu.
Belge, emperyalizme karşı mücadele ile devrimci sosyalist hareketin gelişimi arasında kopmaz bir bağ kurar. İkinci Enternasyonal’in 1889’da kuruluşundan ve 1912’de Basel manifestosunun kabul edilmesine kadar bu ilişkinin izini sürer. Basel manifestosu, işçileri emperyalizme karşı mücadelede ulusal sınırların ötesinde birleşmeye çağırmış ve bir savaşın devrimci mücadelelere yol açacağını haber vermişti. Bununla birlikte, İkinci Enternasyonal içindeki oportünizmin amansız büyümesi, 1914’te savaş patlak verdiğinde, Enternasyonal’in başlıca şubelerinin kendi “anayurtlarının” tarafını tutmasına ve kendi hükümetleri için savaş kredileri lehine oy kullanmalarına yol açtı.
Savaş, kapitalist krizin egemen olduğu ve kapitalist düzenin varlığını tartışmaya açan Rusya’daki başarılı 1917 Ekim Devrimi’nin gölgesinde kalan, otuz yıl sürecek bir kapitalist dengesizlik dönemini başlattı.
Bununla birlikte, özellikle Avrupa’da, Rusya’daki Bolşeviklerle eşit düzeyde devrimci partilerin yokluğu, burjuvazinin bir dizi devrimci mücadeleyi yenilgiye uğratmasına olanak verdi. Ancak burjuvazi 1914’te bozulan dengenin yerine yenisini oluşturamadı.
Sovyetler Birliği’nde Stalin önderliğindeki bürokrasinin yükselişi, Stalinist “tek ülkede sosyalizm” teorisine tabi kılınan Komünist Enternasyonal’in korkunç yozlaşması ve Moskova’nın emperyalizmle yaptığı manevralar, başta Almanya olmak üzere bir dizi feci yenilgiye yol açtı. Nazilerin 1933’te tek kurşun sıkılmadan iktidara gelmesi, Stalinizmin karşıdevrimci karakterini ortaya çıkardı ve Troçki’yi Dördüncü Enternasyonal’i kurmaya yöneltti.
Belge, burjuvazinin I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurmayı başaramadığı dengeyi II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurmayı başarmasının sadece ABD emperyalizminin hegemonik bir güç olarak yükselmesine dayanmadığını; bunda aynı Stalinizmin de olmazsa olmaz bir rol oynadığını saptadı. Stalinizm savaş sonrasında, özellikle İtalya, Fransa ve Yunanistan’da devrimci işçi sınıfı mücadelelerine karşı çıkmış ve onları sabote etmişti. Doğu Avrupa’da, tampon olarak anılan devletlerin kurulması, hem işçi sınıfını ve sosyalizm uğruna her türlü gerçek mücadeleyi bastırmaya hem de 20. yüzyılın başından beri Avrupa istikrarsızlığının bir kaynağı olmuş kırılgan bir bölgeyi yatıştırmaya hizmet etti.
Fakat belgenin de açıkça ortaya koyduğu gibi, II. Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan dengenin altı bizzat kendi çelişkileri eliyle kazılmıştı. Dünya ticaretini canlandırması ve Avrupa ve Japonya’da kapitalizmin yeniden inşa edilmesi, ABD hegemonyasının kademeli olarak gerilemesine yol açtı ve 1985’te Amerika’yı borçlu bir ulusa dönüştüren açıkların artmasına yol açtı.
Manifesto, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki krize yönelik tamamen güncel görünen bir tablo çizer:
Yirmi yıldan fazla bir süredir [artık elli yıl diyebiliriz] Kongre’den önemli tek bir sosyal yasa geçmedi. Büyük bütçe kesintileri, eski sosyal programlardan geriye kalanları yok etti. Suç istatistikleri, toplumsal ilişkilerin habis durumunun yalnızca en bariz belirtileridir. İşsizliğin hızla arttığı ve hâlâ işi olanların ücretlerinin düştüğü koşullarda, eğitimin, barınmanın ve tıbbi bakımın durumu bir felakettir.
Nüfusun üçte biri fonksiyonel cahildir. Ana akım medya bile, sosyal krizin etkisiyle mahvolmuş hayatların olağanüstü ‘korku hikâyelerinden’ bazılarını günlük olarak yayımlamaktan kaçınamıyor: karton koliler içinde donan evsizler, sağlık sigortaları olmadığı için tedavisi reddedilen kanser kurbanları ve intihar eden işsizler ve aileleri. [10]
Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin çöküşü ve ardından SSCB’de —Berlin Konferansı’ndan birkaç hafta sonra sonuçlanan— kapitalist restorasyona doğru bariz ilerleme ile ilgili olarak manifesto, bunların temel nedeninin II. Dünya Savaşı sonrası kurulan dengenin altını oyan aynı temel çelişkiler olduğunu ortaya koyar: dünya ekonomisi ile ulus devlet sitemi arasındaki çelişki. Bu rejimler, özellikle de ulusal ekonomik kalkınmanın otarşik programları nedeniyle en savunmasız olanlardı. Bu rejimlerin krizleri ve çöküşleri, Troçkist hareketin “tek ülkede sosyalizm” denilen gerici ve anti-Marksist programa karşı amansız mücadelesinin güçlü bir şekilde doğrulanmasını temsil ediyordu.
Belge ayrıca, emperyalist militarizmin yeniden canlanması karşısında, ezilen ve eski sömürge ülkelerdeki işçi sınıfının karşı karşıya olduğu koşulları da ortaya koydu. Kitleler için kalıcı hiçbir toplumsal kazanım getirmeyen ve emperyalizmin ekonomik egemenliğini koruyan resmi siyasi bağımsızlık kurgusunu teşhir etti.
Sömürge sonrası rejimlerin bazıları, emperyalizmden daha fazla taviz koparmak için Moskova ile Washington arasındaki Soğuk Savaş çatışmasından istifade edebilmiş olsa da, Gorbaçov yönetimindeki Sovyet bürokrasisinin Üçüncü Dünya denen ülkelerdeki yandaşlarını terk etmesi, emperyalist saldırganlık önündeki her türlü kısıtlamayı kaldırmıştı.
Buna karşılık, tüm burjuva milliyetçileri emperyalizmle bir uzlaşma arayışı içinde keskin bir şekilde sağa kaydılar. Saddam Hüseyin’in Suriye’deki Baasçı yandaşı Hafız Esad da dahil olmak üzere çeşitli rejimlerin Irak’la savaşa giren koalisyona katılmasına yol açan buydu.
Manifesto, Berlin Konferansı’nın çağrısının, devrimci önderlik krizinin çözülmesi yolunda ileriye doğru kararlı bir adımı hazırlamak üzere yapıldığını vurguladı.
Belge şu belirleyici noktaya değiniyordu:
Dördüncü Enternasyonal’in büyük tarihsel potansiyeli, nesnel olarak, programının dünyanın ekonomik gelişiminin iç mantığına tekabül etmesi ve uluslararası proletaryanın dünya tarihsel rolünü ifade etmesi gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, programının zaferi, nesnel ekonomik süreçlerin kendiliğinden gelişmesinin veya kitlelerin eski önderliklerinden içgüdüsel olarak tiksinmesinin sonucunda otomatik olarak gerçekleşmeyecektir. Devrimci program uğruna mücadele edilmelidir. [11]
North yoldaşın açılış raporu, tarihsel bir bakış açısıyla, nesnel durumdaki değişikliklerin Troçkist hareketi Stalinizme ve Pablocu revizyonizme karşı amansız bir mücadele içinde inşa etmek için verilen uzun mücadeleyle kesişerek nasıl Berlin’deki konferansa yol açtığını açıklıyordu. Raporda, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) 2019 Yaz Okulu’nun ilk konferansında ele alınan aşamaların veya dönemlerin hemen hemen aynısı gözden geçiriliyordu.
Konferansın önemini özetleyen belge şunları belirtiyordu:
Bugün geniş bir Troçkist hareketin bir hizbi olarak toplanmıyoruz. Bugün bu salonda bulunanlar, Dördüncü Enternasyonal’in ve dünya Troçkizminin yetkili temsilcileridir. Uluslararası Komite’nin Pablocularla kesin olarak hesaplaşması artık mümkündür. Cannon’ın 38 yıl önce yapmaya kalkıştığı ve [Britanya’daki] Sosyalist İşçi Birliği’nin (SLL) yıllar önce yapılması gerektiğini söylediği şeyi, yani Pablocu oportünizmi Dördüncü Enternasyonal’den temizlemeyi başarmış durumdayız. [12]
Rapor, konferansın Berlin’de toplandığı koşulları, Dördüncü Enternasyonal 1938’de kurulduğunda hüküm süren koşullarla karşılaştırdı. Bu kuruluş kongresinin toplanması sürecine önderlik eden figürler; Troçki’nin oğlu Lev Sedov, siyasi sekreteri Erwin Wolf ve Dördüncü Enternasyonal’in sekreteri Rudolf Klement, önceki 12 ayda Stalinist gizli polis GPU tarafından öldürülmüştü. Kongrenin açılışında sunulacak belge Klement’in kaçırılıp öldürülmesi sırasında üzerinden çalındığı için, kongrede bir açılış raporu olmamıştı.
Bu cinayetler, Sovyetler Birliği’ndeki tüm devrimci işçilere, sosyalist aydınlara ve 1917 Ekim Devrimi’nde belirleyici bir rol oynayan Bolşevik önderlere yönelik siyasi soykırım harekâtıyla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı.
Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşundan sonraki bir yıl içinde, insanlık yeni bir dünya savaşına girecek ve iki yıl içinde, onun başlıca lideri Lev Troçki, bir GPU suikastçısının elinde can verecekti. Savaş sırasında Dördüncü Enternasyonal kadroları, Stalinistlerin ve faşistlerin yanı sıra sözde demokratik emperyalistlerin birleşik ve ölümcül baskısına maruz kaldılar. Amerikan şubesinin liderleri ayaklanma suçlamalarıyla hapse atıldı.
Raporun belirttiği gibi, Dördüncü Enternasyonal, İkinci Dünya Savaşı’ndan sağ çıkmış olsa da:
… faşistlerin, Stalinistlerin ve “demokratik” emperyalistlerin polisinin başaramadığı şey, yani Dördüncü Enternasyonal’in imhası, dünya kapitalizminin Amerikan emperyalizmi ile Kremlin arasındaki siyasi uzlaşma temelinde yeniden istikrara kavuşturulmasına yanıt olarak ortaya çıkan oportünist bir eğilim tarafından neredeyse başarılıyordu. Michel Pablo ve o zamanki yakın arkadaşı Ernest Mandel, Tito yönetimindeki Yugoslavya’daki gelişmelerden ve Doğu Avrupa’da mülkiyet ilişkilerinin ulusallaştırılmasından, Stalinizmin, Troçki’nin fark edemediği devrimci bir potansiyeli koruduğu sonucunu çıkardı. [13]
Onlara göre, Stalinist bürokrasiler ve onlara bağlı partiler, Troçki’nin ısrarla açıkladığı gibi işçi hareketinde emperyalizmin başlıca temsilcisi değillerdi; sosyalizmin zaferi için gerekli itici gücü sağlamaya mahkûmlardı.
Pabloculuğun yükseliş döneminde öğretiye bağlı Troçkizmin karşı karşıya olduğu olumsuz koşulları açıklayan North yoldaş, şunları vurguladı:
Pablocuların etkisi, son tahlilde, savaş sonrası düzenin kendine has özelliklerinden dolayı, özellikle geri ülkelerde, sahte anti-emperyalist radikal duruş temelinde kitleler üzerindeki etkilerini sürdürebilmiş olan Stalinist örgütlerden ve küçük burjuva güçlerden arta kalan yetkiye dayanıyordu. Pablocular, işçi sınıfı içinde bağımsız bir devrimci önderliğin gelişmesini engellemek için bu güçlerle işbirliği yaptı ve onları destekledi. [14]
Rapor, aynı zamanda, 1985 bölünmesinin ve öğretiye bağlı Troçkistlerin “yarı meşru eğilim” denilen şeyden Dördüncü Enternasyonal üzerinde kontrolü yeniden tesis etmeye doğru ilerlemesinin altında çok kuvvetli nesnel güçlerin yattığını da belirtir.
Raporda, İşçiler Birliği’nin WRP ile farklılıkları ilk kez gündeme getirdiği 1982’den ve 1985’ten “şaşılacak derecede kısa bir zaman dilimi” olarak bahseden şu ifadeler yer alır:
Oportünizmin önceki egemenliğinin derin nesnel kökleri olduğu gibi, Uluslararası Komite içindeki ilişkilerin değişimi de dünya durumundaki değişikliklerin bir yansımasıydı. Uluslararası Komite içindeki 1982-85 mücadelesi, Polonya’daki olayların ardından Sovyet bürokrasisi içindeki krizle ve Mart 1985’te Gorbaçov’un iktidara gelmesine giden dönemle aşağı yukarı çakıştı. [15]
Öncesinde ele aldığımız üzere, DEUK içindeki değişen ilişkiler, yalnızca büyük nesnel değişikliklerin pasif bir yansıması değildi. Bunun için hazırlanılmış ve mücadele edilmişti. İşçiler Birliği ve Sri Lanka’daki Devrimci Komünist Birlik (RCL) ile WRP arasında artan ayrılık, on yıldan fazla bir süre boyunca gelişen karşıt siyasi, teorik ve aslında sınıfsal yönelimleri ifade ediyordu. Temel ayrım çizgisi, devrimci enternasyonalizm ile ulusal oportünizm arasındaydı.
David North, Berlin Konferansı’nı kapatırken şunları ifade etmişti:
İşçi sınıfının giderek büyüyen mücadeleleriyle karakterize edilecek bir döneme giriyoruz. Görevimiz işçi sınıfının bu büyüyen hareketine Marksist bilinç taşımak ve işçi sınıfının öncülerini, sosyalist devrimin dünya partisi olarak Dördüncü Enternasyonal’in şubeleri halinde örgütlemektir…
İşçi sınıfının kendiliğinden militanlığını Marksist bilince dönüştürmeliyiz. Ve bunu yapacak siyasi güce sahibiz, çünkü kendi hareketimiz içinde Troçkizmin programına ihanet edenlerle kararlı bir şekilde hesaplaştık. Bu mücadele sayesinde işçi sınıfına önderlik etme hakkımızı gösterdik. [16]
Bu konferans, Uluslararası Komite’nin dört yıl sonra birliklerin partilere dönüştürülmesi kararının temellerini attı. Bu bir başka konferansın konusu. Rapor, Stalinizmin ve onun savunucularının geri dönülmez şekilde gözden düşmesinin uluslararası partimiz açısından temel tarihsel sonuçlarını şöyle tanımladı:
Bu Berlin konferansı, Dördüncü Enternasyonal’in gelişiminde yeni bir aşamaya işaret ediyor. Bugün Uluslararası Komite, tüm dünyadaki tek gerçek dünya Troçkist örgütüdür. Uluslararası Komite, yalnızca Dördüncü Enternasyonal içindeki belirli bir eğilim değildir, o Dördüncü Enternasyonal’in ta kendisidir. Bu konferanstan itibaren, Uluslararası Komite, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi olarak Dördüncü Enternasyonal’in faaliyetinde önderlik sorumluluklarını üstlenecektir. [17]
Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ve Körfez Savaşıyla birlikte, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi için belirleyici öneme sahip bir diğer dünya çapında büyük gelişme ise, Berlin Konferansı’nın ortasında Yugoslavya’nın dağılmasıydı.
Konferans manifestosu şunları belirtiyordu:
Balkanlar’daki güncel olaylara ilişkin haberler sanki 1930’da, hatta 1910’da yazılmış gibi duruyor. Uluslararası basın Sırplar, Hırvatlar, Slovenler ve Bosnalı Müslümanlar arasındaki çatışmalara, Makedonların ulusal kimliğinin tanımı üzerine mücadelelere dair haberlerle dolu. [18]
Kapitalizm toplumsal eşitsizliğe yönelik halk öfkesini ulusal ve etnik çatışmanın çıkmaz sokağına yönlendirmeye çalışırken, manifesto, bu çatışmaların emperyalist güçler tarafından manipüle edildiği ve sömürüldüğü uyarısında bulundu.
Manifesto şunu belirtiyordu: Gerici küçük burjuva demagogların toplumsal şiddet lehine ajitasyon yapabilmesi, “milliyetçiliğin entelektüel ve ahlaki gücüne değil, kapitalist sistemin krizinden bir çıkış yolu sunamayan işçi sınıfının geleneksel örgütlerinin yerlere kapanmasının açtığı siyasi boşluğa yüklenmelidir.”
Konferansın 1 Mayıs 1991’de çağrısının yapılması ile 16 Kasım’da toplanması arasındaki dönemde olaylar çok hızlı ilerledi; Hırvatistan ve Slovenya o yılın 25 Haziran’ında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kısa süre sonra Makedonya da aynı şeyi yaptı ve Bosna-Hersek cumhuriyeti savaşan etnik kantonlara bölünmeye başladı. Özellikle kıyı kenti Dubrovnik çevresinde silahlı çatışmalar çıkmıştı.
Şiddetli etnik şovenizmin ve ulusal ayrılıkçılığın desteklenmesine, Yugoslavya’nın iktidardaki Komünistler Birliği’nin eski bürokratları önderlik ediyordu. Onlar bir yandan, kapitalist restorasyonun bir parçası olarak IMF tarafından dayatılan kemer sıkma önlemlerine karşı bir kitlesel grev dalgası gerçekleştiren Yugoslav işçi sınıfını bölmeye ve bastırmaya çalıştılar. Öte yandan da, yeni bir komprador kapitalist egemen sınıf olarak emperyalizmle kendi bağımsız ilişkilerini kurmak için etnik devletler oluşturmaya giriştiler.
North yoldaş konferansa sunduğu raporda, rejimin karakteri ne olursa olsun Hırvatistan’ın kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz destekleyen Pablocu lider Ernest Mandel’in benimsediği tutuma dikkat çekmişti. Mandel ayrıca, Sırp şovenizmini kınayarak ve Hırvat şovenizmine göz yumarak doğrudan emperyalist müdahale çağrısında bulunmuştu.
Bu tutum, Alman emperyalizminin tutumuyla tam olarak örtüşüyordu. Almanya, yeniden birleşme sonrası Avrupa’da gücünü tekrar öne sürmesinin bir parçası olarak Hırvatistan’ın ve Slovenya’nın bağımsızlığını destekliyordu. Alman emperyalizmi, ABD’ye, Birleşmiş Milletler’e ve Avrupa Komisyonu’na tek taraflı meydan okuyarak, 1914 ve 1941’deki suç mahalline geri dönüyordu.
Berlin Konferansı, “Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği İşçi Sınıfının Savunulması Üzerine” başlıklı bir kararı kabul etti. Kararda şunlar belirtiliyordu:
Her yerde rakip kapitalist klikler, işçileri birbirine karşı kışkırtmak ve eski/yeni zalimlere karşı bir ayaklanmayı önlemek için milliyetçiliği ve şovenizmi körüklüyor. Yugoslavya’daki kıyım bu politikaların bir sonucudur. Bu savaşın ulusların kendi kaderini tayin hakkıyla hiçbir ilgisi yoktur. Sırp ve Hırvat milliyetçileri, yalnızca işçi sınıfının sömürülmesinden daha büyük bir parçayı elde etmek için savaşıyorlar. [19]
Yugoslavya’nın tarihi, yükselişi ve düşüşü ya da ulusal sorun ve “kendi kaderini tayin” sloganı, bütün bir okulun konusu olabilir. Bunun bu konferansta gerçekleştirilemeyeceği açıktır.
Elbette, DEUK’un ulusal soruna ilişkin perspektifini geliştirmesi, kaynağını, WRP’nin çeşitli burjuva milliyetçi liderleri siyasi destek verilmesi gereken “anti-emperyalistler” olarak yüceltmesine karşı 1982 ile 1985 yılları arasında girişilen mücadeleden alıyordu. İşçiler Birliği, bu Pablocu bakış açısına dönüşe ve burjuva milliyetçi rejimlerle ilkesiz ittifaklara karşı, Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’ni ve ezilen ülkelerde devrimin demokratik görevlerini gerçekleştirmenin tek yolu olarak işçi sınıfının uluslararası temelde bağımsız devrimci seferberliğinin gerektiğini savundu.
Bu analiz, DEUK’un, ulusal burjuvazinin herhangi bir temsilcisinin emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele yürütmedeki organik yetersizliğine dikkat çeken 1988 perspektifler kararında derinleştirildi. Bu, Sri Lanka’daki perspektifler ve partinin Tamil milliyetçisi Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları’na (LTTE) karşı tutumu üzerine kritik tartışmalarda daha da somutlaştırıldı. Bu da başka bir konferansın konusu olacak.
Yalnızca Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağıtılması değil, daha da temelde kapitalist küreselleşmenin gelişmesi, yeni türde bir milliyetçi hareket doğurdu. Bu hareket, emperyalizm ve ulusötesi sermaye ile en avantajlı ilişkileri kurmada rakip burjuva hiziplerin çıkarlarını ilerletmek için —sömürgeciliğe karşı önceki ulusal mücadelelerden ortaya çıkanlar da dahil— mevcut devletlerin parçalanmasını istiyordu.
Mevcut federasyonu parçalamak için ilk dürtünün ülkenin en zengin bölgeleri olan Slovenya ve Hırvatistan’dan geldiği ve yerel egemen seçkinlerin daha yoksul cumhuriyetlerden koparak ve kendi devletlerini kurarak Avrupa hükümetleri, bankaları ve şirketleri ile kendi bağımsız ilişkileriyle daha iyi yol alabileceklerini hesapladıkları Yugoslavya’da durum açıkça böyleydi.
Benzer düşünceler, İtalya’daki sağcı Kuzey Birliği ve İspanya’daki Katalan milliyetçiliği vakaları da dahil olmak üzere, Avrupa’daki bir dizi ulusal ayrılıkçılığı harekete geçirdi.
Bu yeni milliyetçilik, farklı halkları emperyalizme karşı ortak bir mücadelede birleştirerek yeni devletler yaratmanın ilerici görevini ortaya koyan Hindistan ve Çin gibi daha önceki ulusal hareketlerle keskin bir çelişki içindeydi. Bu, ulusal burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirilemez olduğu açıkça kanıtlanmış bir görevdi. 20. yüzyılın sonunda ortaya çıkan milliyetçi hareketler, bunun yerine, emperyalizmin yardımıyla mevcut devletleri etnik, dini ve dilsel sınırlar temelinde parçalama peşinde koştular.
Pablocu güçler, “kendi kaderini tayin hakkı” sloganını öne sürerek ve hem tarihsel hem de siyasi bağlamlarından kopardıkları ve tüm devrimci enternasyonalist perspektiflerine bütünüyle zıt amaçlar için kullandıkları Lenin ve Troçki alıntıları ile bu yeni milliyetçi hareketleri savunup desteklediler.
Ermeni sosyal demokratlar tarafından yayımlanan bir manifestoya cevaben yazan Lenin şunları söylüyordu:
Her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması talebi, basitçe bizim, yani proletarya partisinin, şiddet veya adaletsizlik yoluyla dışarıdan her türlü nüfuz girişimine her zaman ve koşulsuz olarak karşı çıkmamız gerektiği anlamına gelir. Bu olumsuz görevimizi (şiddete karşı mücadele ve protesto) yerine getirirken her zaman, kendi açımızdan, halkların veya ulusların kendi kaderini tayin etmesinden çok her ulustaki proletaryanın kendi kaderini tayin etmesi ile ilgileniriz … Ulusal özerklik talebinin desteklenmesine gelince, bu hiçbir şekilde proletaryanın programının kalıcı ve bağlayıcı bir parçası değildir. Bu destek onun için ancak münferit ve istisnai durumlarda gerekli olabilir… [20]
Lenin, “bu olumsuz görevimiz” ile ne demek istiyor? O, sosyalistlerin —neredeyse bir asır önce bile— ulusal ayrılığı olumlu bir şekilde savunmadıklarını söylüyordu. Aksine, sosyalistler, ulusal azınlıkları baskı altına alma veya onları mevcut kapitalist ulus devlet yapıları içinde zorla tutma girişimlerinin uzlaşmaz muhalifleridir. Bolşevikler, kendi kaderini tayin hakkını, ulusal ayrılıkçılığı savunmak için değil, işçi sınıfı içindeki milliyetçi etkilerle mücadele etmenin ve geç kapitalist gelişmeye sahip rejimlerin karakteristik etnik ve dilsel engellerini yıkmanın bir aracı olarak savundular. “Uluslar hapishanesi” olarak bilinen Rusya’da bu, çarlık imparatorluğunun tamamında birleşik bir sınıf mücadelesinin gelişmesi için en iyi koşulları yaratmak amacıyla Büyük Rus şovenizmine karşı mücadele biçimini almıştı.
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başlıklı eserinde Lenin, kendi kaderini tayin meselesinin “somut bir tarihsel analizini” talep etti. O, bunun soyut ve evrensel bir slogan olmadığı ve belirli ülkelerin gelişiminin tarihsel aşaması açısından incelenmesi gerektiği konusunda ısrarcıydı.
1914’te Lenin, dünyayı üç kategoriye ayırdı. İlk kategoride yer alan Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde, ilerici burjuva ulusal hareketlerin rolünün 1871’de sona erdiğini söyledi. İkincisi kategoride, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da ve bizzat Rusya’da, 20. yüzyılın şafağında burjuva ulusal hareketler ortaya çıkmıştı. Ve üçüncü kategoride, insanlığın çoğunluğunu oluşturan Çin, Hindistan ve Türkiye de dahil olmak üzere sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, burjuva ulusal hareketleri “neredeyse hiç başlamamıştı.”
Dahası, Lenin, ulusal hareketlerin, kapitalizmin gelişimi içindeki nesnel dürtüsünü ortaya çıkardı. Bu, ulusal devletlerin oluşumu, bölgelerin siyasi birleşmesi ve iç pazarın ele geçirilmesi ile bağlantılıydı.
DEUK, ulusların kendi kaderini tayin sloganını yeniden incelerken, Lenin ile aynı tarihsel maddeci yaklaşımı benimseyerek, eski formülleri ezbere tekrarlamak yerine somut bir tarihsel analiz yaptı.
Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkının uygulanabilir olduğunu söylediği iki kategorideki ülkeler (Doğu Avrupa, Rusya, Balkanlar ve sömürgeler), 1914’ten bu yana muazzam devrimci sarsıntılardan geçmişti. Rusya’daki Ekim 1917 Devrimi, Asya, Afrika ve Ortadoğu’nun sömürgecilikten kurtulması ve 1949 Çin Devrimi bunlara dahildi.
Yeni etnik milliyetçi ayrılıkçı hareketler, Lenin’in bahsettiği “burjuva demokratik ulusal hareketler” değildi. Bu yeni hareketler, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Rusya’da, kapitalist restorasyon sürecinin ve bürokratların kendilerini kapitalistlere dönüştürmesinin, şiddet ve etnik temizlik yoluyla kendi topraklarını yaratmalarının bir parçası olarak ortaya çıktılar. Eski sömürge ülkelerde ise onlar, burjuva milliyetçi hükümetlerin yarım yüzyıldan fazla süren yönetiminin emperyalizmden bağımsızlığı elde etmedeki başarısızlığının yan ürünlerini temsil ediyorlar.
Bu koşullar altında, “kendi kaderini tayin etme hakkı”, Lenin’in ileri sürdüğü kavramlardan çok farklı bir anlama geliyordu. Lenin ve Bolşevikler tarafından bu hakka verilen “olumsuz” anlam, Pablocular ve sahte solcular tarafından tamamen ortadan kaldırıldı. Onlar, emperyalist güçlerin ardından giderek, etnik ve dini tikelciliğe dayanan ulusal ayrılıkçılığın her tezahürünü ilerici bir gelişme olarak teşvik ediyorlar.
Bu yeni milliyetçi hareketler, açıkça, Lenin tarafından tanımlanan sürece; ulusal bir bölgeyi birleştirmek ve iç pazarı ele geçirmek için ulusal devletlerin oluşumu sürecine dahil değiller. Daha ziyade onlar, mevcut devletlerin bölünmesine adanmışlardır. Amaçları, bir iç pazar yaratmaktan çok, yerel burjuva klikler yararına emperyalizmle daha yakın ilişkiler kurmaktır.
DEUK, bu küresel ekonomik bütünleşme çağında insanlığın kurtuluşunun yeni ulusal devletler kurarak ilerletilebileceği anlayışını reddetti. Mevcut nüfusları etnik köken, dil ve dine göre bölme programı, barbarlığa giden bir yoldur. Bu gelişmelere karşı çıkan DEUK, işçi sınıfının dünya sosyalist devrimi programı temelinde ulusal sınırların ötesinde mücadelede birleştirilmesini öne sürdü.
Sonuç olarak: Sovyetler Birliği’nin dağıtılması ve Körfez Savaşı’nın başlamasıyla birlikte 1990-1991’deki sözde “Tek Kutuplu Uğrak”, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan kapitalizminin hegemonyası ve Moskova’daki Stalinist bürokrasinin işbirliği temelinde kurulan dengenin çöküşüne işaret ediyordu. Bu, kesintisiz yeni bir savaş döneminin başlangıcının, emperyalistler arası rekabetin büyümesinin ve kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesinde ve sosyalist devrime doğru küresel bir yükselişin sinyalini veriyordu.
1985 bölünmesinin ardından gelen büyük olaylara verilen yanıt ve işçi sınıfını siyasi olarak netleştirme mücadelesi, sadece ve sadece bu hareketin Dördüncü Enternasyonal’i ve Troçkizmi temsil ettiğini inkâr edilemez bir şekilde ortaya koymuştur. İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu muazzam görevlere denk düşen gerçekten devrimci bir partinin inşasını üstlenmeye yalnızca bu hareketin hazır olduğu kanıtlanmıştır.
Bu muazzam değişimler döneminde üretilen belgeler, sınıf mücadelesinin uluslararası ölçekte yeniden canlanmasıyla karşılaşırken, şimdi önümüzde duran faaliyet açısından kritik önemde teorik ve siyasi temeller sağlıyor. Bu yeniden canlanma, Dördüncü Enternasyonal’in her ülkede, Lev Troçki’nin tasavvur ettiği dünya sosyalist devriminin kitlesel partisi olarak inşasının koşullarını yaratıyor.
Dipnotlar:
[1] The World Capitalist Crisis and the Tasks of the Fourth International, Perspectives Resolution of the International Committee of the Fourth International, (Detroit: Labor Publications, 1988), s. 66.
[2] Fareed Zakaria, “The Self-Destruction of American Power,” Foreign Affairs, Cilt 98, Sayı 4, (Temmuz/Ağustos 2019).
[3] Charles Krauthammer, “The Unipolar Moment,” Foreign Affairs, Cilt 70, Sayı 1, (1990/1991), s. 23–33.
[4] Bulletin, 1 Mart 1991, “Bush is Guilty of Mass Murder.”
[5] Desert Slaughter, The Imperialist War Against Iraq’da alıntılandı, (Detroit: Labor Publications, 1991), s. 232.
[6] Friedrich Engels, Anti-Dühring (İnter Yayınları: İstanbul, 2000), s. 228. Çeviren: İsmail H. Yarkın; düzeltilmiş çeviri.
[7] The Death Agony of Capitalism and the Tasks of the Fourth International, The Transitional Program, (New York: Labor Publications, 1981), s. 20.
[8] Workers League Internal Bulletin, Cilt 4, Sayı 15, s. 31.
[9] Workers League Internal Bulletin, Cilt 5, Sayı 1, s. 2.
[10] Oppose Imperialist War & Colonialism, Manifesto of the International Committee of the Fourth International, (Detroit: Labor Publications, 1991), s. 12.
[11] Age., s. 24.
[12] The Fourth International, Cilt 19, Sayı 1, Sonbahar-Kış 1992, s. 11.
[14] Age., s. 9.
[15] Age., s. 10.
[16] Age., s. 14.
[17] Age., s. 13.
[18] Oppose Imperialist War & Colonialism, s. 16.
[19] The Fourth International, Cilt 19, No. 1, s. 38.
[20] On the Manifesto of the Armenian Social Democrats, İskra, Sayı 33, 1 Şubat 1903, Lenin, Collected Works, Cilt 6, s. 326–329.