Bu yazı ilk kez, 5-10 Eylül 2017 tarihleri arasında beş bölüm halinde Toplumsal Eşitlik'in web sitesinde yayımlanmıştı.
2018 sonunda kaybettiğimiz Halil Çelik yoldaş tarafından kaleme alınan bu polemik, 16 Ağustos’ta hayatını kaybeden Türkiye İşçi Partisi (TİP) liderlerinden Metin Çulhaoğlu’nun şahsında Stalinizme ve sahte sol siyasete yönelik kapsamlı bir Marksist-Troçkist değerlendirme oluşturuyor.
26 Ağustos günü, İleri Haber adlı web sitesinde, Halkın Türkiye Komünist Partisi (HTKP) Merkez Komitesi üyesi Metin Çulhaoğlu’nun “Troçkizm, Aydınlar ve Tarihsellik” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Okuyan herkesin görebileceği gibi, Çulhaoğlu’nun yazısının tek bir amacı bulunuyor: Emperyalist savaş ve diktatörlük yönelimine karşı dünya devrimi ve sosyalizm uğruna mücadelede ısrar eden tek siyasi akım olan Troçkizm hakkında kuşku yaratmak ve onun işçi sınıfı ile gençlik içinde artmakta olan etkisini baltalamak.
Bununla birlikte, Çulhaoğlu, bu işi yaparken, Sovyetler Birliği’nde iktidarı işçi sınıfından gasp ederek tarihin tanık olduğu en kanlı diktatörlüklerden birini kurmuş olan Stalin’i ve Stalinizmi açıkça savunamıyor; Stalinistlerin bir zamanlar yaptığı gibi, Troçkistlere, “faşist” ya da “emperyalizmin ajanları” diye haykıramıyor. O, bunun yerine, Stalinizme hiç değinmemeyi seçiyor ve Troçki’yi “1917 Devrimi’ne uzanan süreçte ve sonrasında önemli yeri olan bir devrimci” ilan ediyor.
Çulhaoğlu, yazısının önemli bir bölümünü, “New York entelektüelleri” üzerinden kurduğu ve aşağıda göreceğimiz gibi, gerçekte var olmayan bir bağ üzerinden, ABD’li Troçkistlerin “Marksizm ve Troçkizm, katı bir anti-Stalinizm, ardından anti-sovyetizm… 1946’yla birlikte anti-komünizm” biçiminde bir evrim çizgisi izlediğini kanıtlamaya ayırmış.
Ancak o, bu kanıtlama çabasının hemen ardından, “Troçkistler” arasında, “katı anti-Stalinistler” ile öyle olmayanlar biçiminde “kurnazca” bir ayrım yapmayı da ihmal etmiyor. Ona göre, “1946 sonrası soğuk savaş koşulları”nın ABD’li Troçkistleri emperyalizmi desteklemeye sürükleyen etkisi “özel bir örnektir” ve bu etkinin “dünyanın başka yerlerindeki Troçkistleri de ağına düşürdüğünü söylemek mümkün değildir.”
Bu sözler, siyasi yaşamının büyük bölümünü Kremlin bürokrasisine adamış olan Çulhaoğlu’nun Troçkizme yönelik gecikmiş bir sempatisinin, kafa karışıklığının ya da artık onunla aynı cephede yer alan “Troçkist” maskeli sahte solcu siyasi ortaklarını gücendirmeme çabasının bir ifadesi değildir.
Stalinist siyasi geçmişinden dolayı, Çulhaoğlu’nun Troçkizme yönelik düşmanlığının herhangi bir sahte solcununkinden daha fazla olduğunu düşünmemek için hiçbir neden bulunmuyor. Bununla birlikte, o, Troçkizme karşı mücadelesinde, eski siyasi cephaneliğinde bol miktarda bulunan geleneksel kaba yalanları ve iftiraları yinelemeye devam etmesi durumunda alay konusu olacağını bilecek kadar da akıllı.
Çulhaoğlu’nun Troçkizme karşı mücadelede Stalinist iftiralara sarılamamasının başlıca nedeni, son on yıllar içinde iletişim teknolojilerinde yaşanan devrim sayesinde, potansiyel olarak herkesin, daha önce ulaşamadığı bilgilere ulaşabilir hale gelmiş olmasıdır. İnternetin milyarlarca insanın kullanımına açılması ve eğitim düzeyinin yükselmesi (özellikle yabancı dil bilenlerin sayısının artması), önceki on yılların ulusal yalıtılmışlığıyla birlikte, dar bir aydınlar grubunun elindeki bilgi tekelini çökertirken, Stalinizme ve ona yönelik Marksist (Troçkist) muhalefete ilişkin belgeleri de milyonlarca insanın kullanımına açmıştır. (Bu konuda, başka sitelerin yanı sıra, Marxists.org ile Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin 10’dan fazla dilde yayın yapan günlük yayın organı Dünya Sosyalist Web Sitesi, özellikle önemli bir rol oynamaktadır.)
Dahası, Sovyetler Birliği’nin herhangi bir emperyalist saldırı ya da işgal olmaksızın, bizzat Stalinist bürokrasi tarafından ortadan kaldırılmış ve kapitalist sömürüye açılmış olması; Çinli Stalinistlerin de ülkeyi dünya kapitalizminin başlıca ucuz emek cennetine dönüştürmesi, hiçbir yalanla örtbas edilemeyecek bir gerçeklik olarak duruyor. Bu yüzden, Troçkizme karşı mücadelede Stalinizmin ipliği pazara çıkmış savlarına sarılmak, en azından sağlıklı düşünme yeteneğini koruyanlar için, artık mümkün değil.
Çulhaoğlu, bu yüzden, Troçkizmin saygınlığını karalama çabasını, “ince” ve “kibar” imalarla örtülü yalanlar ve çarpıtmalar temelinde ama her durumda okurun kafasını karıştıracak şekilde sürdürmek zorunda. Geçerken belirtelim ki onun belirsizliklerle dolu (kim, nerede, neden, nasıl vb. sorulara yanıt vermeyen), konudan konuya atlayan ve imalar üzerine kurulu ifade tarzı, oportünistlerin tipik özelliklerinden biridir.
Yazısına, “Beş gün öncesi, 21 Ağustos, Troçki cinayetinin 77’inci yıldönümüydü,” cümlesiyle başlayan Çulhaoğlu, bunun hemen ardından, “Konumuz, 1917 Devrimi’ne uzanan süreçte ve sonrasında önemli yeri olan bu devrimcinin fikirleri değil,” diye ekliyor. Bu satırları okuyan biri, ister istemez, “madem konu bu değil; o halde neden yazıya ‘Troçki cinayeti’nden söz ederek başladın?” sorusunu soracak, ama hiçbir yanıt alamayacaktır.
Çulhaoğlu’nun, “Troçki cinayeti” ile ilgili tek söz etmemesinin nedeni, siyasette “A” dedikten sonra kaçınılmaz şekilde “B”nin gelmesi gerektiğinin; yani, bu cinayetin nedenini, Troçki’nin katilinin Kremlin’deki Stalinist bürokrasi olduğunu ve Troçkistlerin ne uğruna mücadele ettiklerini açıklamak zorunda kalacağının farkında olmasıdır.
Onun “Troçki cinayeti” konusunda hiçbir zaman yazmadıklarını biz özetleyelim.
Troçki’yi kim, neden öldürdü?
Çağımızın en parlak Marksist teorisyenlerinden ve 1917 Ekim Devrimi’nin iki mimarından biri, iktidarı işçi sınıfından gasp eden Stalinist bürokrasinin amansız karşıtı ve Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu olan Lev Troçki, sürgünde yaşadığı Meksika’da, bizzat Stalin’in emriyle, dönemin Sovyet istihbarat örgütünün (GPU) bir katili tarafından öldürülmüştü. Lev Troçki’nin öldürülmesi, Sovyetler Birliği’nde Stalin önderliğinde 1923-24’ten beri yaşanmakta olan ve Leninistlerin düzmece yargılamalar sonucunda kurşuna dizilerek ya da toplama kamplarında katledildiği 1936-1938 yıllarında doruk noktasına ulaşan siyasi karşıdevrim sürecinin bir parçasıydı.
Tüm bir komünist işçi ve aydın kuşağının ortadan kaldırıldığı Stalinist terör dalgasında, idamlar, kitlesel sürgünler ve Kremlin bürokrasinin yıkıcı ekonomi politikalarının ürünü olan yaygın kıtlık sonucunda milyonlarca insan öldü. Buna, Stalinist bürokrasinin (özellikle Stalin’in) Hitler’e olan güveninin ve Kızıl Ordu içinde gerçekleştirdiği kanlı temizliklerin kolaylaştırdığı Nazi işgali sırasında öldürülen milyonlarca Sovyet yurttaşı ve askeri de eklenecekti.
1940 yılına gelindiğinde, Bolşevik Parti’nin 1917 Ekim Devrimi’ne önderlik eden merkez komitesinin 26 üyesinden, Troçki dışındaki 10’u düzmece yargılamalar sonucunda “faşist”, “emperyalizmin ajanı”, “halk düşmanı Troçkist” oldukları gerekçesiyle kurşuna dizilmiş; ikisi hapiste ölmüş (büyük olasılıkla öldürüldüler) ve biri intihara zorlanmıştı. Aralarında, “vasiyet”inde Stalin’in genel sekreterlik görevinden alınmasını isteyen Lenin’in de olduğu 8 Merkez Komite üyesi ise Stalinist siyasi karşıdevrimden önce, iç savaşta ya da sonrasında ölmüştü. Troçki’nin 21 Ağustos 1940’ta öldürülmesi ile birlikte, Ekim Devrimi’ne önderlik eden merkez komiteden geride, yalnızca Stalin ile onun siyasi köleleri ve suç ortakları haline gelmiş olan üç kişi (Kollontay, Muranov ve Stassova) kalmıştı.
Troçki, 1917 Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren kadronun yalnızca en parlak ve yaşayan tek üyesi değil; aynı zamanda ona yol gösteren temel perspektifin, Sürekli Devrim Teorisi’nin de mimarıydı. Dahası, Lenin’in ölümünden sonra yaşayan en büyük Marksist teorisyen ve politikacı olarak Troçki, Komünist Enternasyonal’in Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesine yol açan ihanet politikalarını onaylamasının ardından, yeni bir Bolşevik-Leninist enternasyonalin inşasına girişmiş ve Eylül 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşuna önderlik etmişti. Kısacası, Troçki, Marksizmin dünya devrimi perspektifinin savunucusu ve uygulayıcısı olduğu; dolayısıyla, iktidarı işçi sınıfından gasp eden Stalinist bürokrasinin karşıdevrimci yönelimine sosyalist bir alternatif oluşturmaya devam ettiği için öldürülmüştü.
Çulhaoğlu, tam da okurlarını Stalinizme ve Troçkizme ilişkin bu ve başka gerçekleri araştırmaktan uzak tutma kaygısıyla hemen konuyu değiştiriyor ve yazısının ana eksenini üzerine kuracağı “New York entelektüelleri”ne sıçrıyor. Ancak, seçmeci ve faydacı bir biçimde “konu” değiştirmek, durumu kurtarmıyor; tersine, onu açıkça yalan söylemeye sürüklüyor.
“Troçki cinayeti” konusunu kısa bir cümle ile geçiştirip “New York entelektüelleri”ne sıçrayan Çulhaoğlu, onların “hepsi olmasa bile önemli bir bölümü Troçkisttir” ve “bir araya gelip dünyayı değerlendirdiklerinde, sürükleyici fikirler artık yaşamayan Troçki’nin fikirleridir,” derken, gerçekleri çarpıtmaktadır.
“New York entelektüelleri” olarak adlandırılan kişiler, 1930’lu yıllardan başlayarak bir araya gelmiş liberal demokrat, ilerici yazarlardan, eleştirmenlerden ve sanatçılardan oluşan bir çevreydi. Büyük ölçüde günümüz sahte soluna da teorik gıda sağlayan Marksizm/Troçkizm karşıtı Frankfurt Okulu’ndan beslenen bu çevrede, totaliterliğe (faşizme, Nazizme ve Stalinizme) karşı belirgin bir düşmanlık vardı ve bu konumları, “New York entelektüelleri”nin en azından bir kısmını, tüm bu akımlara karşı mücadele eden Troçkist hareketin etkisine açık hale getiriyordu.
Nitekim bu çevrede yer alan birçok aydın ve sanatçı, Lenin’in en yakın çalışma arkadaşlarından bir kısmının katledilmesiyle sonuçlanan düzmece 1936 Moskova Yargılaması’na karşı o dönemde Sosyalist Parti içinde faaliyet gösteren ABD’li Troçkistler tarafından başlatılan kampanyaya önemli bir destek vermişti.
Bu kampanya sırasında kurulan Troçki’yi Savunma Komitesi’nin, başkanlığını ünlü ABD’li ilerici reformist düşünür John Dewey’in yaptığı ve onun adıyla anılan Dewey Komisyonu, 1937 ilkbaharında, Moskova’daki duruşmayı en ince ayrıntısına kadar incelemiş ve onun baştan sona düzmece olduğunu kanıtlamıştı. 1936 Moskova Yargılaması’nın baş sanığı olan Troçki’nin de sorgulandığı bu soruşturmanın sonucu, The Case of Leon Trotsky [Lev Troçki Davası] ve Not Guilty [Suçlu Değil] adlı iki kitapta yayınlandı. Bu tarihsel belgeler, yalnızca 1936 Duruşmalarının düzmece niteliğini ve Stalinist bürokrasinin işçi sınıfı ve Bolşevizm düşmanı karakterini inkar edilemez bir biçimde gözler önüne sermekle kalmıyor; Troçkizmin en temel pozisyonlarını bizzat Troçki’nin ağzından açıklıyordu.
Bununla birlikte, 1936-1938 Moskova Duruşmaları ile doruk noktasına ulaşan siyasi soykırıma karşı çıkmaları, bu aydınların ve sanatçıların Troçkist olduğu anlamına gelmiyordu. Onların bir kısmı (Irwing Howe, Nathan Glazer, Seymour Martin Lipset, Leslie Fielder vb.), Eugene V. Debs’in önderliğinde sosyal demokrat bir işçi partisi olarak 1901 yılında kurulmuş olan Amerika Sosyalist Partisi’nin gençlik örgütüne üyeydi ve bunların bazıları, sonradan, Max Shachtman’ın Nisan 1940’ta, Sosyalist İşçi Partisi’nden (SWP) atıldıktan sonra kurduğu İşçi Partisi’ne katılmıştı. Her iki parti de Troçkizme cepheden karşıydı. Çulhaoğlu’nun “Troçkist” olduğunu ima ettiği kişiler arasında özellikle vurgu yaptığı Hannah Arendt’e gelince; onun Troçkist hareket ile ilişkisi, 1939-1940’ta, kısa süreliğine SWP’nin çevresinde dolanmanın ötesine geçmiş değildi.
Siyasi alanda hiçbir önemli rol oynamamış olan ve Troçkizm ile herhangi bir ilişkisi olmadığı bilinen “New York entelektüelleri”nin önemli bir bölümünün 1940’ların sonundan başlayarak yaklaşık on yıllık bir döneme damgasını vuran komünizm karşıtı cadı avında, dünyanın en güçlü emperyalist devletinin baskısına teslim olduğu doğrudur.
Biz bu olgudan, liberal demokrat küçük burjuva aydınların Stalinizm karşıtlığının, Troçkist dünya görüşü ve perspektifler ile bütünleşmemesi durumunda, kaçınılmaz biçimde işçi sınıfı ve komünizm karşıtlığına dönüşeceği sonucunu çıkartıyoruz (bu, Stalinizmin Marksist/Troçkist bir eleştirisini yapamadığı için emperyalizmin açık savunucusu sahte solcular haline gelenler için de geçerlidir).
Peki, Çulhaoğlu’nun “New York entelektüelleri” deneyiminden, artık ilgilenmediği işçi sınıfı bir yana, kendisi için çıkarttığı ders ne? Kocaman bir hiç!
Tüm siyasi varlığı emperyalizm ile işçi sınıfı karşıtı ittifaklar üzerine kurulu olan Stalinizmin suçlarından hiç söz etmeden, bir grup küçük burjuva liberal aydını, yalnızca Stalinizm karşıtı olmalarından hareketle Troçkist ilan etmek ve onların sonraki evriminden dolayı Troçkizmi suçlamak için, insanın ar damarının çatlamış olması gerekir.
Çulhaoğlu’nu ve siyasi yol arkadaşlarını bu utanmazca yalan ile baş başa bırakıp, gerçekleri anlatmaya devam edelim.
ABD’li Troçkistlerin ilkeli duruşu
Stalinistler, işçi sınıfını, sözde faşizme karşı “halk” ve “demokrasi” cepheleri adı altında yerel egemen sınıflara ve emperyalizme yedeklerken, bu cephelerin hedef tahtasına yerleştirilmiş olan Troçkistler, her türden liberal demokrat küçük burjuva çevre ile aralarındaki ayrımı titizlikle korumuşlardır.
Dördüncü Enternasyonal’in ve Amerikan Troçkizminin kurucularından James P. Cannon, Troçkizm ile ilerici küçük burjuva çevrelerin Stalinizm karşıtlığı arasındaki ayrımı, Nisan-Mayıs 1947’de, Amerikan Stalinizmi ve Stalinizm Karşıtlığı başlığı altında Militant’da yayınlanan bir dizi makalede özetlemişti:
Bizim Stalinizme ve onunla her türlü uzlaşmaya uzun süredir ve hâlâ karşı olduğumuz biliniyor. Buna 18 yıldan uzun süre önce başladık ve o zamandan beri kararlılıkla sürdürüyoruz. Bizler, Stalinizmin diğer karşıtları ile işbirliğini memnuniyetle karşılarız ama bu işbirliğinin, yalnızca Stalinizmin doğasına ve Stalinizme karşı mücadelenin genel kapitalizm karşıtı mücadelenin bir parçası olduğuna, ondan ayrı ya da ona aykırı olmadığına ilişkin kimi temel konularda hemfikir olunduğunda verimli olabileceğine inanıyoruz.
… Biz, insan soyunun en büyük ve en tehdit edici düşmanının Washington’daki iki partili küçük bir emperyalist hizip olduğuna inanıyoruz. Biz, Amerikalı devrimcilerin ilk ve en önemli görevinin savaşa ve ABD’deki gericiliğe karşı mücadele olduğunu düşünüyoruz. Stalinizme karşı mücadelede işbirliğinin gerekli öncülü budur. Bu konuda bizimle aynı fikirde olmayanlar, günümüzün gerçekliğini anlamıyor ve bizim dilimizi konuşmuyorlardır.
Stalinizmin hain karakterinin anlaşılması, her ciddi sınıf bilinçli işçi için sağduyunun ve mantığın başlangıcıdır; aynı zamanda kapitalizm karşıtı olan bütün Stalinizm karşıtları ile birlikte faaliyet göstermeye çaba harcanmalıdır. Ancak bir başına Stalinizm karşıtlığı, ortak mücadele için bir program değildir. Bu çok geniş bir kavramdır ve herkes için farklı anlamlar taşımaktadır. Stalinizmin güçsüz, Trumancılığın ise güçlü olduğu bu ülkede, günümüzde, bizim mücadeleye başladığımız 18 yıl öncesinde olduğundan daha fazla Stalinizm karşıtı var. Onlar, özellikle New York’ta kalabalıklar ve hepsi sahtekar değil. Ama üst perdeden atıp tutan mevcut Stalinizm karşıtı grupların son derece büyük bir kesiminin bizimle uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Bunun nedeni, bizim ya da onların seçkinciliği ya da kavgacılığı değil; bizim farklı öncüllerden yola çıkmış olmamız, mücadeleyi farklı yöntemlerle sürdürmemiz ve farklı hedeflere sahip olmamızdır… [1]
Cannon, aynı dizide yer alan, Komünist Parti Bir İşçi Sınıfı Örgütü mü? başlıklı bir diğer makalesinde, Troçkizmin ilkesel pozisyonlarından birini şöyle özetliyordu: “Stalinizm, işçi hareketinin bir iç sorunudur ve bütün diğer iç sorunlar gibi, yalnızca işçiler tarafından çözülebilir.” [2]
Cannon ve Troçkistler, Stalinizme karşı kararlılıkla mücadele ederken, onun işçi hareketinin bir parçası olduğu gerçeğinden hareket etmiş; ABD’li Stalinistleri kapitalistlerin ve devletin saldırıları karşısında savunmuşlardır.
SWP, örneğin, 1948 yılında 12 Stalinist öndere karşı açılan davada, ABD Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’ne, burjuva devletin kovuşturmalarına karşı mücadele etmek üzere bir birleşik cephe oluşturma teklifinde bulunmuştu. SWP’nin Siyasi Komitesi adına Farrell Dobbs tarafından kaleme alınan 28 Temmuz 1948 tarihli mektuptan aktaralım:
Partinizin 12 önderine karşı Smith Yasası çerçevesinde dava açılması, Washington’daki egemenlerin, ifade özgürlüğünü kısıtlayan bu yasayla, siyasi ve sendikal işçi sınıfı hareketine yönelik şeytani bir silaha sahip olduklarına ilişkin bir diğer açık uyarıdır…
Smith Yasası’nın ilk kurbanları olan bizler, şimdi sizler saldırıya uğradığınız için size yardımımızı sunuyoruz. Sizleri demokratik haklarınızdan mahrum etmek için düzenlenmiş olan bu komployu, yalnızca içindeki tüm eğilimlerle birlikte işçi hareketinin birleşik mücadelesinin yenilgiye uğratabileceğine inanıyoruz…
Sizden, partilerimiz arasındaki köklü farklılıkların, temel hakların savunusunda geniş bir birleşik işçi sınıfı cephesinin önünde engel olmasına izin vermemenizi istiyoruz. Bizler aynı Smith Yasası altında zulme uğrarken, sizler Troçkistleri savunmaya gelmemiştiniz ama biz, sizin hakkınızda dava açılmasına karşı tavrımızı şimdiden açıklamış bulunuyoruz ve sizin savunmanıza daha fazla yardımcı olmaya tam olarak hazırız. [3]
Stalinistler, bu çağrıya hiçbir zaman yanıt vermediler.
Stalinistlerin ABD yönetimi ile işbirliği
Çünkü onlar, savaş ve “demokratik emperyalizm” yanlısı bir “faşizme karşı halk cephesi”nin başındaydılar; “faşizme karşı mücadeleye zarar vermeme” adına, kapitalistlere ve emperyalist ABD yönetimine yönelik her türlü greve ve direnişe karşı çıkıyorlardı. Stalinistler, ABD yönetimi kendi önderlerine komplo kurarken bile, Troçkistlere yönelik cadı avını desteklemeye devam ettiler.
ABD’li Troçkistlerin burjuva devlet ve Stalinizm karşısındaki ilkeli tavrı ile Stalinistlerin emperyalizmin işbirlikçisi konumu arasındaki farkı anlamak için, yukarıda, Dobbs’un mektubunun son paragrafında gönderme yaptığı olayı anımsatalım.
II. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin koşulsuz savunusundan yana olan Troçkistler, Stalinistlerin “demokratik emperyalist” olarak adlandırdığı ülkelerde izlediği sınıf işbirlikçisi “halk cephesi” politikalarına cepheden karşı çıkıyor, Leninist “emperyalist savaşa karşı proleter devrim” çizgisini savunuyor ve bu doğrultuda işçi sınıfı içinde devrimci faaliyet sürdürüyorlardı. Bu, sosyalizm uğruna sınıf mücadelesinin savaş sırasında da sürdürülmesini savunan SWP’yi, artık Stalinistlerin başlıca müttefiki olan Roosevelt yönetiminin hedef tahtasına yerleştirmişti.
ABD hükümeti, II. Dünya Savaşı’na girmeden hemen önce, 1941 ilkbaharında ve yaz başında, sağcı sendika bürokrasisinin işbirliğiyle, SWP’ye ve onun sendikal hareket içindeki başlıca mevzilerine saldırdı. 15 Temmuz 1941’de, SWP’nin Ulusal Sekreteri James Cannon’ın ve Minneapolis’teki bütün parti önderlerinin dahil olduğu 28 kişi hakkında, “hükümeti zor ve şiddet kullanarak yıkmaya yönelik komplo” örgütlemek, “ordu içinde itaatsizliği kışkırtmak” ve “halkı isyana teşvik” suçlarını içeren iki dava açıldı. Bu davalardan Smith Yasası’na göre açılan ikincisinde, 18 ABD’li Troçkist önder, bir buçuk yıla varan hapis cezalarına çarptırıldı. Cannon, 1 Ocak 1944’te hapse girdi ve bir yıldan uzun bir süre sonra serbest bırakıldı.
Stalinistler, emperyalist ABD yönetiminin işçi sınıfını kapitalistlerin ve burjuva devletin saldırılarına karşı örgütleyip sınıf mücadelesini sürdüren Troçkistlere yönelik bu saldırısını, “faşizme karşı mücadele”nin bir parçası olarak alkışlamışlardı.
Troçkist SWP, Stalinistlerin Roosevelt yönetimi ve ABD’li kapitalistler ile “halk cephesi” kurup işçilere tüm grevlere ve direnişlere son verilmesini öğütlediği koşullarda, bu sınıf işbirlikçisi politikayı reddeden ve bu yüzden önderleri II. Dünya Savaşı sırasında hapse atılan tek işçi sınıfı partisiydi.
Özetle, Çulhaoğlu’nun, ABD’deki Troçkistler hakkında kuşku yaratma çabası, bütünüyle yalanlar üzerine kuruludur ve boşunadır. Çulhaoğlu, eğer işçi hareketi içinde dünya devrimi ve komünizm davasına herhangi bir ihanet ya da emperyalizm ve burjuvazi ile herhangi bir işbirliği arıyorsa, bunun sayısız örneğini görmek için Kremlin’deki Stalinist bürokrasinin ve onun dış politika araçları olan Komünist Partilerin tarihine bakmalı.
Yine de, şu soru yanıtlanmayı bekliyor: Çulhaoğlu, Troçkizm ile komünizm düşmanlığı ve emperyalizmin savunusu arasında Stalinizm karşıtlığı üzerinden bir bağ kurmak için, neden çok daha kolay bir yolu seçmek ve bizzat Troçkist hareketten çıkmış olan revizyonistlere dayanmak yerine, olmayacak bir yol tutup “New York entelektüelleri” içinde Troçkist yaratmaya çalışıyor?
Çulhaoğlu, örneğin, Dördüncü Enternasyonal’in ve SWP’nin kurucuları arasında yer almış olan Max Shachtman’ın ve destekleyicilerinin “katı anti-Stalinizmi”ne başvurabilirdi. Ama bunu yapmıyor ve bunun, onun bilgisizliğinden kaynaklandığını düşünmek için herhangi bir neden bulunmuyor. Zira Shachtman ile yaşanan tartışma, Troçkist hareketin önderliği içinde yaşanan tüm teorik ve siyasal tartışmalar gibi, bütün ayrıntılarıyla yayınlanmıştır ve genç kuşak Troçkistlerin siyasi eğitimi için kullanılmaktadır. Çulhaoğlu, en azından, Shachtman ile yaşanan tartışma sürecinde Troçki tarafından yazılmış olan makalelerden ve mektuplardan oluşan Marksizmi Savunurken adlı kitabı okumuş veya duymuş olmalı.
Çulhaoğlu’nun Troçkizmi karalamak için Troçkist saflarda yer almış birinin sonradan emperyalizmin kampına geçmesine gönderme yapmamasının nedeni, daha önce belirttiğimiz gibi, “A” dedikten sonra “B” ile devam etmek; yani tartışmanın taraflarının teorik ve siyasi pozisyonlarını açıklamak zorunda kalacağının farkında olmasıdır.
Max Shachtman, Sovyetler Birliği’nin, Ağustos 1939’da Naziler ile imzaladığı saldırmazlık paktının ardından artık yeni bir sınıflı toplumu (bürokratik kolektivist) ifade ettiğini ileri sürüyor; Sovyetler Birliği’nin yozlaşmış da olsa bir işçi devleti olarak tanımlanmasına ve savaşta koşulsuz savunulmasına karşı çıkıyordu. “Troçki’ye kişisel bağlılığına rağmen, Shachtman’ın düzeltilmemiş küçük burjuva siyasal ve yöntemsel görüşlerinin mantığı, onun yabancı sınıfsal güçlerin bir aracına, sonuçta da bir karşıdevrimciye dönüşmesine yol açmıştı.” [4] O ve yandaşları, SWP içinde bir yıl süren bir teorik ve siyasi tartışmanın ardından, Nisan 1940’ta toplanan bir kongrede partiden ihraç edildiler.
Troçkist hareketin tarihinde, sınıfsal ve siyasal gelişmeleri tarihsel maddeci diyalektik yöntem ile değerlendirmek yerine, onlara izlenimci, faydacı, seçmeci ve öznel burjuva idealist yöntemlerle yaklaşan ve sonuçta Marksizmden kopan küçük burjuva eğilimlere çok sayıda başka örnek de verilebilir.
Savaş sonrası koşullar
Çulhaoğlu’nun “1946 sonrası soğuk savaş koşulları”na ilişkin tespiti, bütünüyle öznel, izlenimci, çarpık ve tek yanlıdır.
ABD’de ve birçok başka kapitalist ülkede 1940’ların sonralarında dizginlerinden boşalan ve on yıl kadar süren komünizm karşıtı devlet terörüne ve propagandaya rağmen, Avrupa’daki, Asya’daki, Afrika’daki ve Latin Amerika’daki işçi sınıfı ile gençlik içinde sosyalizme yönelik çok güçlü bir destek vardı. Kızıl Ordu’nun Nazi Almanyası’nın yenilgisinde oynadığı belirleyici rol ve 1948’den itibaren Doğu Avrupa’da gerçekleştirdiği kamulaştırmalar, Stalinizmin işçi sınıfına karşı işlemiş olduğu suçları büyük ölçüde “unutturmuş”, Kremlin bürokrasisinin saygınlığını arttırmıştı.
Yine, Avrupa’daki Stalinist Komünist Partiler, Kremlin bürokrasinin Yalta ve Potsdam konferanslarında ABD, Fransa ve Britanya emperyalizmi ile yapmış olduğu anlaşmalara uygun olarak, Fransa’da ve İtalya’da, iktidarı burjuvaziye teslim etmiş; işçi hareketini, artık “kurucu ortak” oldukları burjuva devletlerin çıkarlarına tabi kılmışlardı.
ABD, Fransa ve Britanya emperyalistleri ile Stalinist bürokrasi arasındaki anlaşmanın sağladığı siyasi istikrar, 1944 yılında imzalanmış olan BrettonWoods anlaşması ve Keynesçi politikalar ekseninde savaş sonrasında yaşanan hızlı ekonomik büyümenin güvencesiydi ve bu, reformist eğilimlerle birlikte, Stalinizmin işçi hareketi içindeki etkisini de güçlendirdi.
Öte yandan, savaş sonrası döneme, faşizmin, “demokratik emperyalizmin” ve Stalinizmin saldırıları sonucunda deneyimli önder kadrolarının neredeyse tamamını yitirmiş olarak giren Dördüncü Enternasyonal’in genç kadrolarının önemli bir kısmı, bu yoğun emperyalist ve Stalinist basınçlar karşısında ideolojik ve siyasi olarak son derece kırılgandı.
Bir başka ifadeyle, Troçkist hareket içinde Soğuk Savaş sürecinde ortaya çıkan revizyonist sapmaların altında, Çulhaoğlu’nun aydınlarının öznel eğilimleri (“Güçlü olana yaslanma, daha ötesi kendi düşüncelerinin güçlü olanın yaptıklarına yansımakta olduğu inancıyla avunma eğilimi”) değil; nesnel uluslararası ekonomik ve siyasal dinamikler yatıyordu.
Bu koşullar altında Dördüncü Enternasyonal içinde ortaya çıkan ve her durumda emperyalizme yedeklenme ile sonuçlanan revizyonist eğilimler, asıl olarak, Çulhaoğlu’nun iddia ettiğinin tersine, Stalinizmin karşıtları arasından değil; Kremlin bürokrasisinin II. Dünya Savaşı sonrasındaki artan gücünden etkilenip ona uyarlanmayı savunanlardan çıkmıştır.
Pablocu revizyonistler
Bunların en bilineni ve en yıkıcı olanı, Dördüncü Enternasyonal’in o dönemdeki uluslararası sekreteri Michel Pablo’nun adıyla anılan küçük burjuva revizyonist akımdı. Avrupa’da Ernest Mandel’in, SWP içinde ise Bert Cochran ile George Clarke’ın desteklediği Pablo, SSCB’nin işgali altındaki Doğu Avrupa ülkelerinde 1948’de gerçekleştirilen kapsamlı kamulaştırmaların ardından, Dördüncü Enternasyonal’in kapitalizme, sınıf mücadelelerine ve Stalinizme ilişkin tüm önceki çözümlemelerini reddeden bir dizi tez geliştirmeye başladı.
1950’lerin başlarında Pablo tarafından geliştirilmiş olan “kuşaklar sürecek deforme [Stalinist] işçi devletleri” ve “savaş-devrim” teorilerinin Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Komitesi tarafından benimsenmesi ile birlikte, işçi sınıfının devrimci rolü ve Dördüncü Enternasyonal’in bağımsız siyasi işlevi reddediliyordu. Pablo’nun “asıl olarak kapitalist sistem ile Stalinist dünyadan oluşan nesnel toplumsal gerçekliği” [5], Dördüncü Enternasyonal’e, Stalinist bürokrasiye akıl hocalığı yapmaktan başka bir rol biçmiyordu.
Pablocular, 1951 yılındaki Üçüncü Kongre’nin ardından, Dördüncü Enternasyonal içinde, Troçkistlerin “zamanını doldurmuş formüller” ile ilişkisini kesmesi ve Komünist Partilerin “kitlelerin basıncı altında” devrimci rol üstlenebileceğini kabullenmesi yönünde ideolojik bir saldırı başlattılar. Bu saldırıya, başta Cannon olmak üzere öğretiye bağlı Troçkistlerin “Stalinofobi” [6] ile suçlanması ve onlara karşı bürokratik bir terör estirilmesi eşlik etti (örneğin, Fransa şubesinin çoğunluğu, Pablocu hizbin elindeki Uluslararası Sekterlik tarafından ihraç edildi).
Dördüncü Enternasyonal içinde Pabloculuğa karşı Troçkizm uğruna verilen mücadele, Kasım 1953’te, Cannon tarafından kaleme alınan Açık Mektup’un yayınlanması ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) kurulması ile sonuçlandı. Cannon bu Açık Mektup’ta, Troçkizmin temel pozisyonlarını özetliyor ve Pablo’nun revizyonist görüşlerinin tasfiyeci karakterini gözler önüne seriyordu.
Bu bölünmenin ardından, Pablocular, emperyalist ülkelerdeki şubelerini Stalinist Komünist Partilere katılmaya yönlendirirken, sömürge ülkelerdeki Troçkistleri bağımsızlık mücadelesi veren burjuva milliyetçisi önderliklere ve gerilla hareketlerine yedeklediler. Bu ihanet politikaları, emperyalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin Stalinist sendika ve parti bürokrasileri eliyle yenilgiye uğratılmasını kolaylaştırdı.
Pablocular, 1953’te Doğu Almanya’da ve 1956’da Macaristan’da yaşanan Stalinizm karşıtı ayaklanmalarda, işçi sınıfına Stalinist bürokrasiye karşı siyasi devrim yönünde sosyalist bir perspektif sunmak yerine, onları kanlı bir şekilde bastıran Kremlin bürokrasisi hakkında “reformist” hayaller yaydılar. Ardından, 1959’da Küba’da iktidara gelen Castro’nun köylülük temelli küçük burjuva gerillacı çizgisini “sosyalizme giden yeni yol” olarak yücelttiler. Castroculuğun benimsenmesi, Latin Amerika’da binlerce devrimci gencin işçi sınıfından kopartılarak burjuva orduları tarafından katledilmesine ve askeri diktatörlüklerin kurulmasına hizmet etti. Pablocular, devrim ve sosyalizm mücadelesine ihanetlerini, 1964 yılında Sri Lanka’da burjuva hükümete katılarak ve 1968’de Fransa’da patlayan devrimci işçi hareketini Stalinist bürokrasinin eline teslim ederek sürdürdüler. İşçi sınıfı karşıtı bu yönelim, cinsel, etnik, dinsel, yaşam tarzı vb. kimlik politikalarıyla zenginleştirilerek, sonraki on yıllar boyunca devam etti.
Dahası, işçi sınıfının sosyalist devrimdeki bağımsız siyasi rolünü ve Dördüncü Enternasyonal’in sosyalist devrimin dünya partisi olarak inşası gereğine karşı çıkıp Stalinizme ve küçük burjuva ulusalcılığına, nihayetinde de emperyalizme biat edenlere, DEUK’un bir zamanlar Pabloculuğa karşı mücadelenin başını çekmiş olan çok sayıda önderi de katıldı. Örneğin, 1963’te Cannon ve SWP Pablocular ile birleşti; 1960’ların sonlarında Lambert önderliğindeki Fransa şubesi DEUK’tan ayrıldı; Britanya şubesinin önderleri Healy ve siyasi ortakları ise 1985-86’da Troçkizm ile tüm bağlarını kesip Stalinist kampa geçtiler.
Dördüncü Enternasyonal’i Stalinist Komünist Partiler ve küçük burjuva ulusalcı hareketler içinde tasfiye etmeye çalışan Pablocuların sürekli daha sağa doğru ilerleyen siyasi macerası, Stalinizmin Sovyetler Birliği’ndeki ve Doğu Avrupa’daki son büyük ihanetini “siyasi devrimin başlangıcı” olarak selamlamalarının ardından, emperyalizmin açık savunuculuğuna dönüştü.
Pablocular ve eski Stalinistler aynı kampta
Onlar, Stalinist bürokrasinin Sovyetler Birliği’ni yıkmasının ardından, çoğu durumda eski Stalinist ve gerillacı önderliklerin kurduğu burjuva “sol” partilerin (Almanya’da Sol Parti, Fransa’da Yeni Anti-Kapitalist Parti, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Türkiye’de Halkların Demokratik Partisi vb.) içinde ya da yörüngesinde dolanıyorlar. Aynı zamanda da ABD’de Sanders, Britanya’da Corbyn üzerinden, doğrudan küresel şirketlerin (emperyalizmin) hizmetindeki Demokratik Parti’yi ve İşçi Partisi’ni destekliyorlar.
Metin Çulhaoğlu’nun HTKP’si ile “Troçkist” olarak pazarlamaya çalıştığı Pablocu yol arkadaşlarının, “Erdoğan faşizmi” dedikleri şeye karşı, şimdi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) önderliğindeki NATO/Avrupa Birliği yanlısı cephede bir araya gelmiş olması, bu uluslararası tarihsel sürecin bir parçasıdır.
Onların tamamı, geniş emekçi kitlelerin emperyalist savaşlara, askeri müdahalelere ve hızla artan toplumsal eşitsizliğe yönelik öfkesinin patlama noktasına geldiği koşullarda, kendilerini, kriz içindeki emperyalizmin savunusuna adamış durumdalar. Onlar, bu amaç doğrultusunda, sermayesini tüketmiş sendika bürokrasilerini yeniden canlandırmaya, işçi sınıfı ve gençlik içinde ulusalcı-reformist hayaller yaymaya ya da “insan hakları ve demokrasi” ve “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı” maskesi altında, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da sürdürdüğü savaşlara meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar.
Çulhaoğlu’nun, emperyalist savaşları, rejim değişikliği operasyonlarını ve Avrupa Birliği’nin dayattığı işçi sınıfı düşmanı politikaları açıkça destekleyen sahte sol örgütlere dönüşmeden önce Stalinizme yedeklenmiş olan, “katı anti-Stalinizm”e bulaşmamış Pablocurevizyonistlere hiç değinmemesinin nedeni, onun ve partisinin, aynı yolu, Stalinizmden hareketle izlemiş olmasıdır.
Kapitalist sistem tarihindeki en derin krizlerinden birini yaşarken, başta emperyalistler olmak üzere, tüm ülkelerdeki egemen sınıflar kapsamlı bir militarizm ve diktatörlük gündemini uygulamaya koymuş durumdalar. Başını ABD emperyalizminin çektiği savaşlara, rejim değişikliği operasyonlarına ve iç savaşlara, her bir ülkedeki burjuva devlet aygıtının hızla bir polis devletine dönüşmesi eşlik ediyor.
Ancak, aynı küresel kriz, yeni bir devrimci işçi hareketinin de maddi temellerini oluşturuyor ve egemen sınıflar, artan toplumsal eşitsizliğe ve bunlara eşlik eden diktatörlük eğilimine karşı işçi sınıfı ve gençlik içinde biriken öfkenin farkındalar. Onlar, yaklaşan kitlesel devrimci işçi hareketlerini engellemek, yolundan saptırmak ve ezmek için, siyasi cephaneliklerindeki en gerici araçları yeniden devreye sokmanın hazırlığı içindeler.
Bu hazırlıkların en önemli parçası, özellikle medyanın ve üniversitelerin kritik bir rol oynadığı kapsamlı bir ideolojik saldırıdır. Sovyetler Birliği’nin Stalinist bürokrasi tarafından yıkılmasının ardından, emperyalist ülkelerin “saygın” üniversitelerinde çalışan birçok akademisyen, coşkulu bir şekilde, “tarihin [sınıf mücadelesinin] sonu”nu ve yeni bir “barış ve ilerleme” çağının başladığını ilan eden kitaplar, makaleler yayınlamışlardı.
Bu yayınlara, sözde “zamanını doldurmuş” ve “20. yüzyıl boyunca felaketlere yol açmış” olan sınıf mücadelesinin yerini alacağı varsayılan bir “demokrasi ve insan hakları” kampanyası eşlik ediyordu. Bu kampanya, küresel şirketlerin desteğiyle önceki on yıllar içinde ABD ve Avrupa üniversitelerinde geliştirilmiş etnik, cinsel, dinsel vb. burjuva kimlik politikaları üzerine kuruluydu ve her durumda emperyalist müdahalelere kitleler gözünde meşruiyet kazandırmayı amaçlıyordu.
Bununla birlikte, dizginlerinden boşalmış bir emperyalist saldırganlığın eşlik ettiği bu zafer çığlıkları uzun ömürlü olmadı. Kısa aralıklarla birbirini izleyen küresel mali çöküşlere ABD’nin 1991 Irak Savaşı (Stalinist bürokrasinin iktidarda iken emperyalizme verdiği son açık destek) ile başlattığı Ortadoğu savaşları ve dünyanın birçok yerindeki askeri müdahaleler eşlik ederken, işçiler ve gençlik, Stalinizmin son ve en büyük ihanetinin (SSCB’nin dağıtılması) yıkıcı etkisini atlatmaya başladı.
21. yüzyıla girerken, Yugoslavya’ya yönelik NATO savaşına (Mart 1999) ve ABD emperyalizminin Irak’a yönelik ikinci emperyalist müdahalesine (Mart 2003) karşı milyonlarca işçi ve genç sokaklara döküldü. Bunu, 2008 küresel mali çöküşünün ardından gelen büyük bir işçi hareketi izledi. Yunanistan’da, İtalya’da, Fransa’da ve İspanya’da patlak veren kitlesel işçi ve gençlik eylemlerini, Tunus’taki devrimci kitle hareketi ve Mısır işçilerinin 2011’de Mübarek diktatörlüğünü devirmesi izledi. ABD işçi sınıfı da harekete geçti ve otomotiv, petro-kimya gibi can alıcı sektörlerde, dev şirketlere ve sendika bürokrasilerine meydan okuyan önemli grev ve direnişler örgütledi. Bu süreç, Türkiye’deki yansımasını, metal işçilerinin militan grevlerinde bulacaktı.
Sınıf mücadelesinin bütün heybetiyle geri dönmeye başlaması, işçi sınıfı ve gençlik içinde devrimci bir perspektif arayışına yol açtı ki bu, kaçınılmaz olarak, tarihsel gerçeklere ilişkin ilgiyi arttırdı. “Sovyetler Birliği neden yıkıldı?”, “Stalinizmin devrimci bir alternatifi yok muydu?” gibi sorular, bütün bir önceki tarihsel dönem boyunca Stalinizm ile zehirlenmiş işçiler ve gençler tarafından giderek artan bir sıklıkta sorulmaya başlandı.
Bu ve benzeri sorular, işçi sınıfının ve gençliğin emperyalist tımarhaneden ilerici bir çıkış arayan kesimlerini, her durumda, Troçki’nin düşüncelerini ve Troçkistlerin kapitalizme ve Stalinizme karşı verdikleri tarihsel mücadeleyi öğrenmeye yönlendirdi. Çünkü hem emperyalizme hem de onun “işçi sınıfı içindeki ajanları olan” sosyal demokrasiye ve Stalinist bürokrasiye karşı mücadelede işçi sınıfına ve gençliğe sosyalist bir çözümleme ve perspektif sunan tek akım Troçkizmdi.
Sovyet sonrası tarih çarpıtma okulu
Bu durum, Stalinist rejimin emperyalizme son hizmetini yerine getirip SSCB’yi yıkmasından on yıl kadar sonra, onun işlemiş olduğu tüm suçları örtbas etmeyi ve Troçki’nin düşüncelerine ilişkin ipliği çoktan pazara çıkmış Stalinist çarpıtmaları yeniden pazarlamaya çalışan sözde “bilimsel” kitapların ve makalelerin yayınlamasına yol açtı. Emperyalizmin hizmetindeki aydınlar, Troçkizmin temsil ettiği Marksist düşüncelerin işçi sınıfı ve gençlik içinde yayılmasını engellemeye yönelik, kapsamlı bir tarih çarpıtma operasyonu başlattılar.
O dönemde yayınlanan kitapların en öne çıkanları, Britanyalı tarihçiler Ian Thatcher’ın 2003’te, Geoffrey Swain’in 2006’da ve Robert Service’in 2009’da yayınlanan Troçki biyografileriydi. Dünya Sosyalist Web Sitesi Yayın Kurulu Başkanı David North, ilk iki biyografiye yanıt olarak, 2007’de Leon Trotsky and the Post Soviet School of Historical Falsification [Lev Troçki ve Sovyet Sonrası Stalinist Tahrifat Okulu]; 2010’da ise üçünü de eleştiren In Defence of Leon Trotsky [Lev Troçki’yi Savunurken] adlı kitapları yayınladı. [7]
DEUK’un bu tarih çarpıtma okuluna karşı başlattığı kampanyaya, Almanya’dan, Avusturya’dan ve İsviçre’den 14 saygın tarihçi ve siyaset bilimcinin, Robert Service’in yalan ve çarpıtmalarla dolu Troçki biyografisinin Almancasının 2012 yılında ülkedeki en büyük yayınevlerinden Suhrkamp Verlag tarafından basılmasını protesto eden bir açık mektup yayınlaması eşlik etti. Sosyalist Eşitlik Partilerinin ve WSWS’nin sürdürdüğü kampanya, Troçki’ye ve Troçkizme yönelik yalanları ve çarpıtmaları etkili bir şekilde geri püskürttü.
Geçerken, Troçki’ye ve Troçkizme yönelik bu uluslararası gerici saldırının Türkiye’deki başlıca bileşeninin, Çulhaoğlu’nun o zamanlar merkez komitesinde yer aldığı TKP olduğunu anımsatalım. TKP’nin yayınevi Yazılama’nın 2013 yılında yayınladığı Stalin ve Demokrasi – Trotskiy ve Naziler adlı kitap, eski Stalinist yalanların mide bulandırıcı bir tekrarıydı.
Kaba bir Troçki karalaması üzerinden Stalinizmi aklamaya yönelik bu kampanyayı, Berlin’deki HumboldtÜniversitesi’den Doğu Avrupa Tarihi Bölümü başkanı Profesör Jörg Baberowski ile siyaset teorisi dersleri veren Profesör Herfried Münkler öndeliğindeki bir diğer tarih çarpıtması kampanyası izledi.
Baberowski, Der Spiegel dergisinde Hitler’i ve Nazileri aklamaya çalışırken, Münkler, Süddeutsche Zeitung gibi önde gelen burjuva gazetelerde, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nı başlatmasını haklı gösteren yalanlarla ve çarpıtmalarla dolu yazılar kaleme almaya başladı. Bütün çabalar tek bir amaca hizmet ediyordu: Almanya’nın, II. Dünya Savaşı’nı başlatmasının 75. yıldönümünde yeniden militarizme ve saldırgan bir dış politikaya yönelmesini meşrulaştırmak.
Kendisini “sol” olarak adlandıran bütün partilerin (başta Sol Parti) şu ya da bu şekilde desteklediği bu tarih çarpıtması girişimine karşı mücadele eden tek akım, bir kez daha, Troçkist hareket oldu. Almanya’daki Sosyalist Eşitlik Partisi (SGP) ile gençlik örgütü Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler (IYSSE), Alman militarizminin yükselmesine karşı kampanyayı tüm faaliyetinin merkezine yerleştirdi. Bu konuda WSWS’de yayınlanan onlarca makaleye, MehringVerlag’ın 2015 yılında yayınladığı, Akademik Çalışma mı Savaş Propagandası mı? [8] adlı bir kitap eşlik etti.
İster Troçki biyografileri üzerinden Stalinizmin, isterse Hitler’e itibar kazandırma yoluyla Alman emperyalizminin tarihsel suçlarının aklanması biçiminde olsun, bu tarih çarpıtma kampanyası, her durumda, Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels’in şu ilkesi üzerinde yükseliyordu: Bir yalan ne kadar büyük olur ve yeterince yinelenir ise, insanlar sonunda ona inanır.
Siyasi yaşamının neredeyse tamamını Kremlin bürokrasisinin sadık bir izleyicisi olarak geçirmiş olan Çulhaoğlu’nun arkasında, eski devasa Stalinist aygıtlar (SSCB, SBKP ve diğer Stalinist Komünist Partiler ile sendikalar) ya da Alman emperyalizmi gibi bir güç yok. Bu yüzden, onun tarih çarpıtma okuluna olan katkısı çok daha “mütevazı” gibi görünüyor.
Bununla birlikte, Çulhaoğlu’nun, okurun olası bilgisizliğine ve araştırma tembelliğine bel bağlayan, sinik ve ucuz yalanlardan oluşan Troçki ve Troçkizm karalaması, o farkında olsun ya da olmasın, tam da bu uluslararası tarih çarpıtma kampanyasının bir parçası olduğu için önem taşıyor.
Çulhaoğlu’nun, kendi Stalinist tarihinin yüklerini atmadan (Stalinizmin tarihsel suçlarını açıkça mahkum etmeden) Troçkizmi karalamaya kalkışması “yavuz hırsız ev sahibini bastırır,” atasözünü anımsatıyor. O, zorunlu olarak seçmeci, çarpık, muğlak ve kopuk cümlelerle Troçkizm hakkında kuşku yaymaya çalışırken, örneğin, Stalin ile Buharin’in 1924’te ilan ettiği ve Bolşevik dünya sosyalist devrimi programının inkarı olan ulusalcı “tek ülkede sosyalizm” teorisinin yol açtığı yıkımlardan hiç söz etmiyor.
Gelin, onun hiçbir zaman değinmediği ve unutturmaya çalıştığı bu suçlardan en önemlilerini anımsatalım (Stalin önderliğindeki bürokrasinin Sovyetler Birliği’ndeki suçlarına yazımızın ilk bölümünde değinmiştik).
1925-27 Çin devriminin yenilgisi: Stalinistler, 1924 yılında, yalnızca Troçki’nin karşı oy kullandığı bir kararla, Çin’deki burjuva partisi Kuomintang’ı Komünist Enternasyonal’in Yürütme Komitesi’ne onursal üye yapmış ve Çin Komünist Partisi’nin ona katılması talimatı vermişti. Çinli komünistlerin Stalinist “Dört Sınıfın Bloğu” teorisi temelinde burjuva Kuomintang’a tabi kılınması, 1925-27 Çin devriminin önce Çan Kay-şek, ardından da “solcu” Wang Çing-wey tarafından kanlı bir biçimde ezilmesiyle sonuçlandı. Stalin, Komünist Parti’nin büyük güç kaybına uğradığı ve demoralize olduğu koşullarda, Ağustos 1927’de, bu kez derhal silahlı ayaklanmaya geçilmesini talep etti. Bu yeni yönelimi yaşama geçirmeye yönelik bir girişim olan Kanton ayaklanması, yalnızca üç gün içinde kanla boğuldu.
Zorla kolektifleştirme ve “üçüncü dönem” politikaları: 1929 yılına gelindiğinde, önceki yıllarda uyguladığı sınıf işbirlikçisi ulusalcı politikalar sonucunda uluslararası düzeyde ağır yenilgilere yol açan Stalinist bürokrasi, Sovyetler Birliği’nde Troçki önderliğindeki Sol Muhalefet’i ezerken yaslandığı kırlardaki zengin köylülerin ve kentlerdeki NEP burjuvalarının artan gücü ile tehdit edilmeye başlanmıştı. İktidarını tehlikede gören Stalin ve Stalinistler, buna, keskin bir “sola” dönüşle yanıt verdiler ve bütünüyle kaba bürokratik yöntemlerle, kapsamlı ve plansız bir kamulaştırmaya giriştiler.
Sovyetler Birliği’nde kitlesel sürgünlerle, tutuklamalarla ve kurşuna dizmelerle tamamlanan bir iç savaş ortamına ve milyonlarca insanın öldüğü bir kıtlığa yol açan bu “sola” dönüşün dış politikadaki karşılığı, ünlü “üçüncü dönem” politikaları oldu. Önceki dönemin sendikalara, Sosyal Demokrat partilere ve burjuva milliyetçilerine uyarlanma politikasının yerini, “kızıl” sendikaların kurulmasını ve bileşik cephe taktiğinin reddedilmesini içeren, aşırı sol bir program aldı. Sosyal Demokrat partiler “sosyal faşist” (“faşizmin ikiz kardeşi”) ilan edildi. Bu ihanet politikası, Hitler’in Ocak 1933’te iktidara gelmesinin yolunu açtı.
İşçi sınıfının ana gövdesinin hala bağlı olduğu Sosyal Demokratlar, burjuva Weimar Cumhuriyeti’ne güveniyor ve işçi sınıfını kapitalist devlete yedekliyorlardı. Bununla birlikte sosyal demokrat işçileri komünizm davasına kazanmak için tüm koşullar vardı. Ancak bu yöndeki her türlü girişim, faşizme karşı mücadelede sosyal demokrasi ile her türlü ittifakı reddeden “sosyal faşizm” politikası eliyle boşa çıkarılıyordu.
Komünist Parti “Hitler’den sonra sıra bizde” sloganını yükseltirken, Troçki, Aralık 1931’de şu uyarıyı yapmıştı:
Komünist işçiler; sizler yüz binler, milyonlarsınız; gidecek bir yeriniz yok; sizlere yetecek kadar pasaport yok. Faşizm, iktidara gelmesi durumunda kafalarınızın ve kemiklerinizin üstünden korkunç bir tank gibi geçecektir. Kurtuluşunuz amansızca verilecek bir mücadelede yatmaktadır. Yalnızca Sosyal Demokrat işçiler ile gireceğiniz bir mücadele birliği zaferi getirebilir. Komünist işçiler, acele edin, çok az zamanınız kaldı!
Bu uyarı, Hitler iktidara geldikten ve işçi sınıfının önderliğini tutuklamaya ya da idam etmeye ve bağımsız örgütlerini yok etmeye başladıktan sonra, trajik bir biçimde doğrulandı.
Faşizmin Almanya’da elde ettiği zafer Komünist Partilerin yozlaşmasında bir dönüm noktasıydı. Almanya Komünist Partisi’nin, Kremlin’den gelen talimatlara uyarak Nazilere karşı hiçbir direniş sergilemeden teslim olması, Komünist Enternasyonal ve partileri tarafından onaylandı. Bunun üzerine, Troçki ve yoldaşları, Komünist Enternasyonal’in ve Komünist Partilerin artık iyileştirilemeyeceği kararına vardı ve yeni bir Enternasyonal’in kurulması çağrısını yaptı.
Troçki, Temmuz 1933’te, şunları yazıyordu:
Moskova’daki önderlik yalnızca Hitler’in zaferini güvence altına almış olan politikayı hatasız olarak ilan etmekle kalmadı ama aynı zamanda yaşanmış olanlar konusunda her türlü tartışmayı da yasakladı. Bu utanç verici yasak ne çiğnendi ne de ortadan kaldırıldı. Ortada ulusal kongreler yok; uluslararası kongre yok; parti toplantılarında tartışma yok; basında tartışma yok! Faşizmin gürüldemesinin ayağa kaldıramadığı ve bürokrasinin böylesi rezilce eylemlerine uysal bir şekilde boyun eğen bir örgüt, böylece, ölmüş olduğunu ve onu artık hiçbir şeyin diriltemeyeceğini göstermektedir.
“Halk Cephesi” ihaneti: Troçki’nin Hitler’e karşı işçi sınıfı partilerinden oluşan bir “birleşik cephe” çağrısına karşı çıkmış olan Stalinistler, Nazilerin zaferinin ardından tam ters yöne savruldular ve Komünist Enternasyonal’in 1935 yılındaki Yedinci Kongre’sinde, “Halk Cephesi” biçimindeki sınıf işbirlikçisi yeni bir programı kabul ettiler.
Bu program, “faşizme karşı mücadele” ve “demokrasinin savunusu” adına, “demokratik” burjuva partileri ile siyasi ittifaklar yapılmasını öngörüyordu. Bu ittifakların pratik sonucu, işçi sınıfının burjuvaziye, özel mülkiyete ve kapitalist devlete siyasi olarak tabi kılınmasıydı. Stalin, yerel Komünist Partileri işçi sınıfının devrimci mücadelesini bastırmanın araçları olarak kullanmayı teklif ederek, “demokratik” emperyalistlerin gözüne girmeyi ve SSCB’nin diplomatik konumunu güçlendirmeyi umuyordu. Bu yeni yönelim, Kremlin bürokrasisi adına kimi sınırlı ve kısa vadeli diplomatik kazanımlar sağlarken, uluslararası işçi sınıfının birbiri ardına yenilgilere uğramasına ve sonuçta Sovyetler Birliği’nin ciddi bir biçimde güçsüzleşmesine hizmet etti.
İspanya devriminin yenilgisi: Kremlin’in politikası, iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci yoldan ele geçirilmesine bilinçli bir biçimde karşı çıkıyordu. Stalin, işçi sınıfının, özellikle Batı Avrupa’da elde edeceği bir zaferin, Sovyet işçi sınıfının devrimci hareketini yeniden canlandırmasından korkuyordu.
Stalinistler, 1936’da başlayan İspanyol Devrimi’nde, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün ezici bölümü sosyalist talepler uğruna savaşırken, Azanya önderliğindeki burjuva hükümeti desteklediler. Yeni üyeleri ağırlıklı olarak sosyalist devrimden ölümüne korkan kentli orta sınıfın hali vakti yerinde kesimlerinden oluşan İspanyol Komünist Partisi, kapitalist mülkiyetin ve burjuva düzeninin başlıca dayanağı haline gelmişti. Stalin, İspanya’ya, Troçkistlere ve diğer sosyalist devrimci eğilimlere karşı bir terör dönemi başlatan çok sayıda GPU ajanı gönderdi. Bu ajanlar, Komünist Parti’nin desteğiyle, Barselona’daki işçi sınıfı ayaklanmasını bastırdılar ve POUM’un önderi AndresNin’i kaçırıp, işkencede öldürdüler. İspanya Devrimi, Kremlin bürokrasisinin ve Komünist Partilerin “Halk Cephesi” ihaneti sonucunda, 1939’da, Franco’nun faşist birlikleri tarafından ezildi.
Fransa işçi sınıfına ihanet: Stalinistler, 1936-38 yıllarında, Fransa’da Haziran 1936’da patlayan bir genel grevin ateşlediği devrimci durumun boğulmasına yardımcı oldular. Fransız Komünist Partisi tarafından desteklenen burjuva Halk Cephesi hükümeti işçi sınıfının moralini bozdu ve Fransız burjuvazisinin 1940 yılının Haziran ayında Hitler’e teslim olmasına giden yolu açtı.
Naziler ile saldırmazlık antlaşması: Stalinist bürokrasi, 23 Ağustos 1939’da, Hitler Almanyası ile Nazilerin tüm Avrupa’yı istila etmesini kolaylaştıran bir saldırmazlık antlaşması imzaladı. Bu antlaşma, birbirine saldırmama sözünün yanı sıra, Polonya ile Baltık ülkelerinin Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası arasında paylaşımını da içeriyordu. Almanya Eylül 1939’da Polonya’nın batısını ve Litvanya’yı istila ederken, iki haftadan biraz fazla süre sonra, Sovyetler Birliği doğu Polonya’yı, Letonya’yı ve Estonya’yı ele geçirdi.
Stalinist Kremlin bürokrasisinin bu eşsiz hizmeti, Nazilere, ikinci bir cephede savaşma riski olmaksızın tüm güçlerini Batı’ya yığarak Danimarka’yı, Norveç’i, Hollanda’yı, Belçika’yı ve Fransa’yı işgal etme olanağı sağladı. Nazi Almanyası, bu süreçte Sovyetler Birliği’nden stratejik hammadde alımına devam etti (Almanya’ya son sevkiyat, 22 Haziran 1941 sabahı başlayan Nazi istilasından birkaç saat önce gönderilecekti).
Troçki’nin ve Troçkistlerin daha Naziler iktidara gelmeden önce yapmaya başladığı uyarıları ve Nazi istilasından önceki haftalarda bizzat Sovyet ajanları tarafından gönderilen istihbarat raporlarını “emperyalistlerin oyunu” olarak görmezden gelen Stalinistler, Sovyetler Birliği’ni, gerçekleşeceği en baştan kesin olan Nazi istilası karşısında bütünüyle hazırlıksız bırakmışlardı.
Bu ihanet politikası ve Kızıl Ordu subaylarının ezici bölümünün “Troçkist” olduğu gerekçesiyle önceki yıllarda katledilmiş olması, Nazi ordularının yüz binlerce Kızıl Ordu askerini silah bile sıkamadan öldürmesini ya da esir almasını ve Sovyet topraklarında hızla ilerlemesini sağladı.
Stalinist bürokrasinin bütün ihanet politikalarına rağmen, Sovyet işçi sınıfı, köylüleri ve gençliği, kısa süre içinde toparlanacak; Kremlin’deki Stalinistlerin sorumlu olduğu büyük kayıplara rağmen, Nazi ordularını ağır bir yenilgiye uğratacaktı.
Komünist Enternasyonal’in dağıtılması: Stalinist bürokrasi, 1923 yılından başlattığı dünya devrimi ve komünizm davasına ihanetini, 1943 yılında Komünist Enternasyonal’i dağıtarak sürdürdü. Stalin’in “trajikomik bir yanlış anlama” dediği dünya devrimi programının uzun süredir bütünüyle sembolik olan son ifadesinin ortadan kaldırılması, Kremlin’in “demokratik” emperyalist müttefiklerine bir jestiydi.
Bu jesti, savaş sonrası emperyalist düzenin yeniden kurulmasında açık işbirliği izledi. Stalinist bürokrasi, “barış içinde bir arada yaşama” adı altında, başta Avrupa’dakiler olmak üzere tüm devrimci işçi hareketlerini yenilgiye uğrattı, Komünist Partiler aracılığıyla savaşta çökmüş olan burjuva devletlerin ve düzenin yeniden inşasına katkıda bulundu.
Kremlin bürokrasisi, savaş sonrası emperyalist sistemin yeniden inşasında ve korunmasında başlıca organ olarak Birleşmiş Milletler’in kurulmasında yer aldı. Stalinistler, emperyalizmin işbirlikçisi karşıdevrimci politikalarını sürdürmek için, Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırdıkları 1991 yılına kadar, ABD’li, Fransız ve Britanyalı emperyalist ortakları ile birlikte bu örgütün Güvenlik Konseyi’nde sahip oldukları ayrıcalıklı konumdan yararlandılar.
Bütün bunları okurlarının dikkatinden uzak tutmaya çalışan Çulhaoğlu, “Gene de, balığın kokmaya başladığı bir yer olması gerekir,” diyor ve “aydınlar” ile ilgili olarak, bir zamanlar savunduğunu iddia ettiği Marksizm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan öznel idealist açıklamalarda bulunuyor.
Ona, Troçkizmi karalamak için olmayan “balıklar” aramaktan vazgeçip, yukarıda özetlediğimiz tarihe bakmasını öneriyoruz. Çulhaoğlu, bu tarihte, kendisinin de aralarında olduğu gerçek balıkları ve onların “kokmaya başladıkları yer”i bütün çıplaklığıyla görecektir.
Ancak bunu başarabilmesi için, önce, onlarca yılını adamış olduğu Stalinizmin ve şimdi dahil olduğu sahte solun ardında yatan uluslararası ve tarihsel dinamikleri kavraması gerekiyor ki bu, tarihsel maddeci diyalektik yönteme, yani Marksist dünya görüşüne sahip olmayı gerektirir. Oysa Stalinizmden sahte sola evrilmiş olan Çulhaoğlu’nun düşüncelerini ve eylemlerini, işçi sınıfının değil ama hali vakti yerinde orta sınıfın çıkarları biçimlendiriyor. Bu sınıfsal ve siyasal konuma uygun dünya görüşü, onun bütün yazılarında gözler önüne serildiği gibi, Marksizm değil, postmodernizmdir.
Dipnotlar
[1] Akt. David North, Savunduğumuz Miras (İstanbul, Mehring Yayıncılık, 2017), s. 45.
[2] Age. içinde alıntı, s. 45.
[3] Age. içinde alıntı, s.47.
[4] David North, Savunduğumuz Miras, s. 147.
[5] Age., s. xxii.
[6] Age.
[7] Bu eserin Türkçe çevirisi Ekim 2019’da Mehring Yayıncılık’tan çıktı.
[8] SGP’nin ve IYSSE’nin bu mücadelesi, daha sonra, SGP’nin liderlerinden Christoph Vandreier’in kaleme aldığı ve 2018’de yayımlanan Neden Geri Döndüler? Almanya’da Tarihsel Tahrifat, Siyasi Komplo ve Faşizmin Dönüşü adlı eserle sürdürüldü. Vandreier’in bu kitabının Türkçe basımı, Ekim 2019’da Mehring Yayıncılık’tan çıktı.