25 Ekim 1995’te, İskoçya’daki Glasgow Üniversitesi’nde verilen bu konferans.
İzin verirseniz, önce burada, Glasgow Üniversitesi’nde konuşmam için beni davet eden Rusya ve Doğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü’ne teşekkür etmek istiyorum. Ben profesyonel bir tarihçi değilim. Ama tarihin incelenmesi, Dördüncü Enternasyonal’e üyeliğin kaçınılmaz bir gereğidir. Gerçekten de, Dördüncü Enternasyonal içinde, tarih ile politika arasında hiçbir zaman belirgin bir sınır çizgisi olmamıştır. Bu, Troçkistleri bütün yönlerden eleştirilere açık bırakmıştır. Profesyonel tarihçiler bizim Rus Devrimi ve sonrası hakkında söylemek zorunda olduğumuz şeyleri sıklıkla saf siyaset olarak reddederken, siyasi karşıtlarımız, tarihsel sorunları güncel politikaların tartışılmasına dahil etmemize alınıyorlar.
Siyasi karşıtlarımızla herhangi bir uzlaşma olanağı görmüyorum. Onlarla sayısız program sorunu üzerine farklılıklarımız, genel olarak, uluslararası işçi hareketinin tarihsel deneyimlerinin sosyalist hareketin günümüzdeki sorunları ve görevleri ile bağlantısına ilişkin son derece farklı kavrayışları yansıtmaktadır. Ancak siyasi miraslarını Ekim Devrimi’ne bağlayan Marksistler ile kişisel siyasi kökleri ne olursa olsun, kendilerini Rus ve Sovyet tarihinin bilimsel incelemesine adamış tarihçiler arasında, olabildiği ölçüde yenilenmiş bir diyaloğa ve aktif bir entelektüel ittifaka büyük bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Sovyetler Birliği’nin çökmesini, Ekim Devrimi’nin ve Sovyetler Birliği’nin, tedbirsiz bir halka yabancı ve uygulanamaz bir dogmayı dayatan canice bir komplonun ürünü olduğunu göstermeye kararlı sahte tarihsel bir literatürün patlaması izledi. Egemen çevrelerin basınının genellikle hayranlık ifade eden eleştiri yazılarında yetkin olarak betimlenen bu taraflı eserler, esas olarak birbiriyle yakından bağlantılı iki ideolojik okulun ürünleridir. Bunlardan birincisi, Harvard Üniversitesi’nden Richard Pipes ve Kaliforniya Üniversitesi’nden Martin Malia gibi kişiler tarafından temsil edilen Soğuk Savaş komünizm karşıtlarının okuludur. İkincisi ise, yeniden yapılandırılmış Stalinistlerin, yani, son dönemlerde, bunu yapmak karlı hale geldiğinde, Bolşevizmin kurbanları olduklarını keşfetmiş olan, Sovyet rejiminin eski savunucuları ve hatta üst düzey yetkililerinin okuludur. Bu okulun en adı çıkmış temsilcisi, General Dmitri Volkogonov’dur.
Volkogonov, kısa süre önce yayımlanan Lenin biyografisinde, birçok sayfayı, Bolşeviklerin suçluluğunun başlıca örneklerinden biri olarak gösterdiği, Kurucu Meclis’in Ocak 1918’de dağıtılmasına ayırmaktadır. Volkogonov, Kurucu Meclis’in kapatılmasında, Lenin, “kendisini, iktidar amacına hizmet ettiği sürece her türlü deneyi yapma hakkına sahip olduğuna inanan, yeni türde Marksist aydın, ütopik bir fanatik olarak gösterdi,”[1] diye yazıyor.
Bu olay nasıl yorumlanmak istenirse istensin, Kurucu Meclis’in dağıtılmasında hiç kimse öldürülmemişti. Ama Volkogonov, Lenin’in ahlakına yönelik bu ağır suçlamayı yazmasının üzerinden çok zaman geçmeden, Ekim 1993’te, Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in askeri başdanışmanı sıfatıyla, Rusya’nın parlamento binası olan Beyaz Ev’in 1.000’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bombalanmasını yönetti. Öyle görünüyor ki Volkogonov, Lenin’e yönelik itirazlarına karşın, deneyler yapmanın kendi hakkı olduğuna sıkı sıkıya inanmaktadır.
Sovyet sonrası tarihsel tahrifat okulu
Pipes, Malia ve Volkogonov, en iyi şekilde Sovyet sonrası tarihsel tahrifat okulu olarak tanımlanabilen olgunun farklı eğilimlerini temsil etmektedirler. Bu okulun amacı, yalnızca Rus Devrimi’nin saygınlığını sarsmak değil; aynı zamanda, karşılıklı etkileşimlerinin bütünlüğü içinde Rus Devrimi’nin gidişatını belirlemiş olan karmaşık ekonomik, toplumsal ve kültürel süreçlere ilişkin gerçekten bilimsel her türlü inceleme hevesini etkin şekilde kıran bir ideolojik yıldırma ortamı oluşturmaktır. Bu saldırının sonuçları kapsamlıdır. Son tahlilde, bu tarihsel tahrifat okulunun hedefi, Marksizmin içinden çıktığı, yüzyıllara uzanan bütün bir ilerici ve devrimci düşünce ve mücadele mirasıdır.
Konuyu fazla abartmakla suçlanmayayım diye, izin verirseniz, Moskova’daki Rusya Bilimler Akademisi üyesi Profesör Aleksandr Çudinov’un, 1995 yılı Ağustos sonu – Eylül başında Montreal’de toplanan 18. Uluslararası Tarih Bilimleri Kongresi’nde yaptığı sunumdan bahsetmek istiyorum. St. Matthew ile St. Augustine’den alıntı yapan Çudinov, insanın acılarına dünyasal bir çözüm olasılığını savunan bütün ütopik düşünce temsilcilerine sert bir şekilde karşı çıktı. “Yaşamın kötülüklerini ve kusurlarını,” diye gürledi Çudinov, “yalnızca Tanrı ortadan kaldırabilir ama bunu yalnızca dünyanın sonunda yapacak.” Evet, bu, gerçekten Uluslararası Tarih Bilimleri Kongresi’nde söylendi. Çudinov, “Hristiyanlık, tüm toplumsal kötülükleri ortadan kaldırmak ve sonuç olarak kötülüklerden arınmış yönetimi kurmak için insanlığı olasılık yanılsamasından kurtardı,” iddiasında bulundu.
Çudinov, “antik felsefenin ütopik geleneğini yeniden canlandıran Rönesans çağındaki toplumsal ve siyasal düşüncenin Hristiyansızlaştırılması”ndan yakınıyordu. O, Rousseau, Mably, Diderot tarafından çok sayıda şeytan işinin gerçekleştirildiği Aydınlanma Çağı’na ve onun sözleriyle “daha az tanınmış çok sayıda başkası”na geçmeden önce, öfkeli bir şekilde, More’u ve Campanella’yı azarladı. Akılcıların korkunç eseri, Robespierre’e, ardından Marx’a ve elbette Lenin’e yol açmıştı. Çudinov, sonunda şu sonuca ulaştı:
Nihayet, yirminci yüzyılın totaliter rejimlerinin, önceki çağların toplum bilincinin Hristiyansızlaştırılmasının sonucu olduğunu fark etmek önemli.[2]
Bütün bunlar, çoğu utanç içinde kıvranan onlarca profesörün karşısında söylendi. Çudinov-Rasputin’in atıp tutmalarına uygun olan yer, bir Tarih Bilimleri Kongresi değil ama Rus Ortodoks rahipleri meclisiydi. Bu, entelektüel standartlarda, bilimsel bir konferans kürsüsünün bu tür teolojik saçmalıklar için kullanıldığı ve daha kötüsü, tek bir tarihçinin bile oturduğu yerden kalkıp Çudinov’a meydan okumadığı şok edici gerilemenin bir yansımasıdır.
Hem Soğuk Savaş’ın eski komünizm karşıtları hem de yeniden yapılandırılmış Stalinistler tarafından sunulan çözümlemede açıklanmamış bir çelişki var. Onlar, bir yandan, Marksizme, Bolşeviklerin uygulanamaz bir piyasa karşıtı ütopyayı Rus toplumuna dayatmaya yönelik girişiminin teorik kaynağı olduğunu iddia ettikleri katı bir belirlenimcilik atfediyorlar. Ama ardından, bu keskin “belirlenimcilik” karşıtları, Bolşevik ideolojinin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olarak açıkladıkları 1917 sonrası Sovyet tarihine ilişkin yorumlarında en aşırı belirlenimciliğe başvuruyorlar. Bize, Sovyet tarihinin her olayının kaçınılmaz olarak Ekim Devrimi’nden kaynaklandığı anlatılıyor. Marksistler tarafından el konulmuş tarih treni, Lenin’i Nisan 1917’de Finlandiya İstasyonu’na emanet ettikten sonra, Lubyanka’da ve Gulag Adaları’nda önceden programlanmış duraklarla, 1991 bozgununa giden tek hatlı demiryolu boyunca ilerlemiş.
Stalin’in Troçki korkusu
Bu yorumun geniş bir kabul görmüş olduğu gerçeği, bu konferansın başlığında bile gösteriliyor: “Stalinizme bir alternatif var mıydı?” Bu sorunun yöneltilmesi bile, en iyi ihtimalle, yalnızca spekülatif bir yanıtın mümkün olduğu izlenimi uyandırmaktadır. Bununla birlikte, durum öyle değil. Sovyetler Birliği’nin tarihinin incelenmesi, Stalinizme bir alternatif olduğunu göstermektedir. Bolşevik Parti içinde, bürokrasinin gelişmesine ve siyasi iktidarı gasp etmesine bilinçli ve sistematik biçimde karşı çıkılmıştı. En önemli muhalefet, 1923 yılında Troçki önderliğinde ortaya çıkmış olandı. “Stalinizme bir alternatif var mıydı?” sorusuna bir yanıt, Stalin’in ve Sovyet bürokrasisinin, bunun kesinlikle olduğunu düşünmesidir. Troçki ve Sol Muhalefet, aralıksız olduğu kadar vahşi bir baskıya maruz kalmıştı. Bolşevizmin devamı olduğu biçimindeki kendi iddiasının kuşkulu karakterinin her zaman bilincinde olan Stalin, Troçki’nin onun rejimine yönelik en tehlikeli siyasi muhalefeti temsil ettiğine inanıyordu.
Stalin’in Troçki korkusunun parlak bir sunumu, Sovyet diktatörünün Dmitri Volkogonov tarafından yazılan ve 1987 yılında yayımlanan biyografisinin her yerinde görülmektedir. Stalin’in kişisel kitaplığında bulunan belgelere dayanan Volkogonov, yalıtılmış ve vatansız bir sürgünden korkarak yaşayan mutlak güç sahibi bir diktatörün resmini çizmektedir. O, Troçki tarafından ya da onun hakkında yazılmış her şeyin Stalin tarafından çalışma odasındaki özel bir dolapta tutulduğunu belirtiyor. Bu yazıların Stalin’deki kopyaları aşırı derecede altı çiziliydi ve küfürbaz yorumlarla doluydu.
Troçki artık yoktu ama Stalin’in nefreti onun yokluğunda daha da artmıştı ve Troçki’nin hayaleti sık sık ortaya çıkıp gaspçının ensesine yapışıyordu. Stalin, Troçki’nin ülke dışına sürgüne gönderilmesine izin verdiği için kendisine lanet okuyordu. O dönemlerde Troçki’den korktuğunu kendisine bile itiraf etmeyecekti ama onun düşüncesinden kesinlikle korkuyordu. Leib Davidoviç (kafasında Troçki’ye Lev’in İbranicesini kullanarak hitap etme eğilimi gösterdiği için) “sorunu”nu hiçbir zaman çözemeyeceği duygusu, şiddetli bir nefrete dönüşecek şekilde kontrolden çıktı.[3]
Volkogonov şöyle devam ediyor:
Stalin’in Troçki hayaletinden korkmasının başlıca nedeni, Troçki’nin kendi örgütünü, Dördüncü Enternasyonal’i kurmuş olmasıydı… Hayalet, Stalin’in bizzat tasarlayabileceğinden çok daha acılı bir intikam alıyordu…
Troçki’nin yalnızca kendi adına konuşmayıp, SSCB içindeki bütün sessiz destekleyicileri ve muhalifleri temsil ediyor olduğu düşüncesi, Stalin için özellikle can sıkıcıydı. Önder, Troçki’nin Stalin’in Tahrifat Okulu, Bolşevik Parti’nin Üyelerine Açık Mektup ya da Stalinist Termidor gibi eserlerini okuduğunda kendini kaybediyordu…
… Troçki’nin toplu eserleri onlarca ülkede yayımlanmıştı ve dünya kamuoyu, Stalin imajını Feuchtwanger ve Barbusse gibilerinin kitaplarından değil, bunlar üzerinden biçimlendiriyordu.[4]
Volkogonov, Troçki’nin kişiliğine ve siyasi düşüncelerine kesinlikle hiçbir sempati duymamaktadır. Troçki’nin Stalin’e bir alternatif olarak görülebileceği düşüncesi, Volkogonov’a kesinlikle aykırıdır. O, Troçki’nin eylemlerini ve yazılarını son derece kötü bir bakışla sunabilmek için her şeyi yapmaktadır. Ama bu, Volkogonov’un, Stalin’in sürgündeki karşıtının faaliyetlerine saplanmasına ilişkin değerlendirmesini daha anlamlı kılıyor. Bu değerlendirme, istemeyerek de olsa, Sovyet tarihine ilişkin, Troçki’nin ve Sol Muhalefet’in en baştan savma biçimde ele alındığı çok sayıda kitabın çarpıcı güçsüzlüğünü vurgulamaktadır.
Troçki’nin Ekim Devrimi’nin bir önderi ve Stalinist rejimin en önemli Marksist karşıtı olarak kişisel ve siyasi rolü, Sovyet tarihine ilişkin bütün tartışmaların üzerine çöküyor. O, günümüzde bile, “sözü edilemez büyük” olmaya devam ediyor. Troçki ile nasıl baş edileceği, hem Stalinistler hem de Marksizm karşıtı burjuva tarihçileri için her zaman büyük bir sorun olmuştur. Sovyetler Birliği içinde, Stalin’in ölümünden ve Kruşçev’in ifşaatlarından sonra bile, rejim, onun faaliyetlerinin ve düşüncelerinin dürüst bir değerlendirmesinin yapılmasına izin veremedi. Troçki, Stalin tarafından öldürülmüş bütün Bolşevik önderler içinde, Sovyet rejimi tarafından saygınlığı hiçbir zaman resmen iade edilmeyen tek kişiydi. Gorbaçov, glasnostun (açıklık politikası) doruk noktası olan Kasım 1987 gibi geç bir dönemde, Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıldönümü nedeniyle Sovyet tarihi üzerine uzun süredir beklenen değerlendirmesini yaptığında, Stalin’in sosyalist davaya katkısı hakkında söyleyecek kimi sözcükler bulurken, Troçki’yi şiddetli bir şekilde suçlamıştı.
Troçki’nin tarihsel rolünün Sovyet bürokrasisine neden böylesi zorluklar oluşturduğunu anlamak zor değil. Onun eseri, tüm Stalinist rejime ilişkin, siyasi başyapıtının adı olan İhanete Uğrayan Devrim’de özetlenmiş yanıtlanamaz bir iddianame oluşturuyordu.
Troçki tarafından Stalin’e karşı verilmiş mücadele, Marksizm karşıtı tarihçiler arasındaki, totaliter rejimin Bolşevizmin gerekli ve tam ifadesi olduğuna ilişkin sava meydan okumaktadır. Marksizm karşıtı tarihçiler, Troçki’yi görmezden gelemediklerinde, genellikle, onun Stalinizme karşı verdiği siyasi mücadelenin önemini azaltmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Marksizm karşıtı tanınmış tarihçilerden biri, daha da ileri gidiyor. İzninizle, Profesör Leszek Kolakowski’nin üç ciltlik etkili eseri, Marksizmin Ana Akımları’na gönderme yapacağım. Kolakowski şunları yazıyor:
Bu yazar da dahil birçok gözlemci, Stalin yönetiminde gelişmiş olduğu haliyle Sovyet sisteminin Leninizmin bir devamı olduğuna ve Lenin’in siyasi ve ideolojik ilkeleri üzerine kurulu devletin kendisini yalnızca Stalinist biçimde koruyabildiğine inanıyor.[5]
Eğer Stalinizm, gerçekten de “Lenin’in siyasi ve ideolojik ilkeleri”nin meşru ve gerekli yüceltilmesini temsil ediyor idiyse, Troçki ve Sol Muhalefet tarafından verilmiş olan mücadele nasıl açıklanacak? Kolakowski, bu soruyu öngörmüştü. O, şu açıklamayı yapıyor:
Troçkistler ve elbette bizzat Troçki, onun iktidardan uzaklaştırılmasını tarihsel bir dönüm noktası olarak ele alıyordu ama onlarla aynı düşüncede olmak için hiçbir neden bulunmuyor. Dahası, göreceğimiz üzere, pekala, “Troçkizm”in hiçbir zaman var olmadığı ve Stalin tarafından yaratılmış bir icat olduğu savunulabilir. Stalin ile Troçki arasındaki anlaşmazlıklar belirli bir noktaya kadar gerçekti. Ama onlar, kişisel iktidar uğruna mücadele eliyle gereğinden fazla abartılmıştı ve hiçbir zaman iki bağımsız ve tutarlı teori anlamına gelmiyordu… Gerçekte, bu iki insan arasında, herhangi bir teorik anlaşmazlık bir yana, hiçbir temel siyasi aykırılık yoktu.[6]
Kolakowski’nin savı, Stalinizme hiçbir alternatif olmadığı iddiasının altında yatan entelektüel iflasa ve tarihsel olgulara yönelik sinik aldırmazlığa tanıklık etmektedir. 1920’li ve 1930’lu yıllarda Bolşevik Parti’yi ve uluslararası komünist hareketi bölmüş olan mücadelenin özünde hiçbir şey ifade etmediği biçimindeki akıl almaz bir düşünceyi kabul etmeyi gerektiren bir savın doğruluğuna güvenilebilir mi? Stalin tarafından emredilen toplu katliamlar, Sovyet toplumu içinde siyasi özgeçmişleri ya da entelektüel ilgileri Troçkizm ile son derece uzaktan da olsa bağlantılı olanların tamamının ortadan kaldırılması; bütün bunlar, Sovyet diktatörü, Troçki ile hiçbir temel siyasi ya da teorik farklılığa sahip olmaksızın yapılmış. Aynı zamanda, bizim, Troçki’nin, yalnızca Stalin’in politikaları ile anlaşmasını gizlemek için, Sovyet yönetimini suçlayan binlerce makale yazdığına ve onu devirmeye adanmış uluslararası bir hareket inşa ettiğine inanmamız bekleniyor!
Stalinizm kaçınılmaz mıydı?
Stalinist totaliter rejimin Bolşevik teorinin ve politikanın önceden belirlenmiş ürünü olduğu biçimindeki ideolojik güdülü bir sonucu kalkış noktası olarak alan Sovyet sonrası tahrifat okulunun yandaşları, aksini belirten olguları görmezden geliyorlar. Bu yazarların mesleki standartları acınacak şekilde düşük, ama bu temel sav, Sovyet sonrası tahrifat okulunun ideolojik önyargılarına hiçbir şekilde sempati duymayan çok sayıda öğrenci için bile kışkırtıcı bir çekicilik barındırıyor. Her şeye karşın, Lenin’den Stalin’e geçiş nasıl açıklanabilir? Bolşevik yönetimin, iktidarın alınmasından sonraki birkaç yıl içinde acımasız bir diktatörlüğe dönüşmüş olduğu doğru değil mi? Bu dönüşümün tohumlarını Bolşevik Parti’nin içinde, özellikle de onun ideolojisinde aramak akla yatkın değil mi?
Bu sav yeni değil. Troçki, daha 1930’larda, Stalinist terörün doruk noktasında, eski yoldaşları katledilir ve kendisi GPU tarafından takip edilirken bile, durmadan, Ekim Devrimi’nin bir önderi olarak Sovyet yönetiminin aşırı zalimliğinin sorumluluğunu paylaştığı suçlamasıyla karşılaşmıştı.
Troçki, bu saldırılara, eleştirilerin tarihsel yöntemindeki temel hataya işaret ederek yanıt verdi. Marksizm karşıtları, Stalinizmin kaynağını Bolşevizmin ideolojisinde keşfetme peşinde koşarken (yani ilk günah düşüncesini Sovyet politikasına aktararak), Bolşevizmi, sanki o yalıtılmış bir laboratuvarın içinde evrim geçirmiş gibi inceliyorlardı. Onlar, Bolşevik Parti’nin, bütün dinamizmine rağmen, Rus Devrimi’nin toplumsal görünümü içindeki yalnızca bir unsur olduğu gerçeğini görmezden geldiler. Bolşevik Parti, Rus Devrimi’nin gelişmesinde kesinlikle belirleyici siyasi etmen olmasına rağmen, onu yoktan yaratmamıştı. Bolşevik Parti, devlet iktidarını ele geçirdikten sonra bile, bu yolla, toplumsal gerçekliğin tek belirleyicisi haline gelmedi. Onun iktidarının sınırları, önceki bir sürü tarihsel etmenin yanı sıra, uluslararası siyasi ve ekonomik değişkenlerin karmaşık karşılıklı etkileşimi eliyle belirlenmişti.
Parti, iktidarı almasıyla, yalnızca karşı karşıya olduğu toplumsal koşulları etkilemiyor; aynı zamanda onlardan da etkileniyordu. Bolşevik Parti, kararnameler yoluyla üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırabilirdi ama bin yıllık Rus tarihini feshedemezdi. Rusya’nın yüzyıllar süren tarihsel gelişmesinin mirası olan farklı toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasi gerilik biçimlerinin tamamını ortadan kaldıramazdı.
Bütün insanlar, DNA’larında, kendi biyolojik gelişmelerinin genel modelini belirleyen genetik özü taşırlar. Ama bu doğal süreçte bile, sanayinin etkisiyle değişmiş bir atmosfer gibi dışsal koşulların insan bedenine etkisi, önemli bir rol oynar. Her erkeğin ve kadının yazgısı toplumsal bir hayvan olarak varlıkları yönünden değerlendirildiğinde, içinde yaşadıkları tarihsel koşulların, onların gelişimlerinin bütünüyle fiziksel yanları üzerinde bile son derece belirleyici bir etkide bulunabildiğini biliyoruz.
Antropologlar, dışsal, toplumsal olarak belirlenmiş etmenlerin insanların gelişmesindeki belirleyici etkisini inkar edemiyorlarsa, tarihçiler de, Bolşevik Parti gibi karmaşık bir toplumsal olguyu, onun siyasi evrimi genel teorik bakış açısı içinde görünmez biçimde şifrelenmiş talimatlara uygun şekilde ilerlemiş gibi ele almamalılar.
Sovyet sonrası tahrifat okulunun ideolojik metafizikçilerini çürütmemiz, bizim Bolşevik Parti’ye mükemmellik atfetmemizi ya da Lenin ve Troçki tarafından Ekim Devrimi sonrasında yapılmış, bürokrasinin büyümesine ve sonunda Stalinist diktatörlüğün sağlamlaşmasına bir şekilde katkıda bulunmuş siyasi hataların (örneğin, 1921’deki Onuncu Parti Kongresi’nde parti içi hiziplerin yasaklanması) olabilirliğini inkar etmemizi gerektirmiyor. Bolşevizmin örgütsel düşüncelerinde ve biçimlerinde, belirli koşullar altında, bir diktatörlük yönetiminin kurulması için Stalin tarafından yararlanılabilen ve yararlanılmış unsurların olduğu sonucuna bile varılabilir. Ancak kritik öneme sahip ifade, belirli koşullar altındadır. Bolşevizm, kendi içinde çatışan eğilimleri barındırıyordu ama onların gelişmesi, yalnızca, bir bütün olarak Sovyet toplumunun karşı karşıya olduğu ekonomik ve toplumsal çelişkilerin gelişmesi bağlamında anlaşılabilir.
En önemli bireyler tarafından oynanan rol göz önünde bulundurulduğunda bile, nesnel koşulların ve durumların önceliğinin farkına varmak gerekir.
Stalin’in siyasi evrimi
Yıllar önce, Moskova’da, 1920’lerde Sol Muhalefet’in üyelerinden (84’ler Deklarasyonu’nu imzalamıştı) ve Stalin döneminden sağ kurtulmayı başarmış az sayıda insandan biri olan İvan Vraçev ile bir tartışma yaşamıştım. O, Troçki’yi ve Bolşevik Parti’nin önderlerinin çoğunu (Stalin dahil) çok iyi tanıyordu. Vraçev’e, Stalin hakkında, onun yıllarca son derece yakın çalışma içinde olduğu yoldaşlarının ortadan kaldırılmasını emretme kapasitesine sahip biri olduğuna inanmasına yol açacak herhangi bir şey olup olmadığını sordum.
Vraçev, bu soruyu kendisine defalarca sorduğunu ama Stalin’in böylesi suçları işleyebileceğine inanmasına yol açacak hiçbir şey anımsayamadığını söyledi. Vraçev, ardından şu olayı anlattı: 1922’de, taşradaki önemli bir görev için Moskova’dan ayrılmak üzereymiş. Bedeninin sağ tarafında ağrılar varmış ama yolculuğunu ertelemek istememiş. Vraçev, hareketinden önce, parti örgütünden sorumlu olan Stalin ile buluşmak zorundaydı. Stalin ile yolculuğunun ayrıntılarını gözden geçirdiği Kremlin’e gitmiş.
Stalin, tartışmanın bir yerinde, Vraçev’in fiziksel rahatsızlığının farkına varmış. Oldukça kaygılanmış ve bu kaygısını tüm davranışlarıyla ifade etmiş. Stalin, Vraçev’e, sağlığı konusunda kendisini böyle tehlikeye atmasına izin verilemeyeceğini belirterek, yolculuğunu ertelemesini emretmiş ve onun Kremlin’in en iyi doktorları tarafından muayene edilmesini sağlamak için kişisel olarak telefon görüşmeleri yapmış. Sonuçta, Vraçev’in ameliyat olması gerektiği ortaya çıkmış. Bu olayı anımsayan Vraçev, Stalin’in yalnızca kendi aygıtını inşa etmekle ilgilendiğini kabul ediyor. Bununla birlikte, onun, Stalin’in o zamanlar hala gerçek insani duygulara sahip olduğu ve bunları ifade edebildiği izlenimi aynen kalmış.
Stalin çok büyük suçlar işledi. Kişiliğinde, onu toplu katliam yapabilecek hale getirmiş olan gizil psikolojik unsurlar olmadığını düşünmek zor. Ancak bu patolojik ve canice eğilimler, Stalin’in durumunda bile, belirli bir nesnel koşullar dizisi eliyle yüzeye çıkarılmış ve özellikle korkunç bir biçim edinmişti. Bu konuda, Troçki’nin 1930’ların sonlarındaki bir gözlemini belirtmeye değer. Troçki, Stalin’in, Sol Muhalefet ile çatışmasının sonucunu öngörmesi ve hatta mutlak güç elde edeceğini önceden biliyor olması durumunda, bu çatışmaya girişmeyeceğini yazmıştı.
İşin garip yanı, Stalin’in karşıtlarıyla mücadeledeki siyasi avantajlarından biri, onun ileriyi çok az görmesiydi. Kendi faydacılığından memnun olan Stalin, Troçki’nin siyasi alternatifleri seçmesinde son derece önemli bir rol oynamış olan ciddi teorik çözümlemeler üzerine kurulu ilkeli düşüncelerin sorumluluğunu yüklenmemişti. Muhalefet’in, onun içeride ve uluslararası alanda izlediği politikaların bir felakete yol açacağına ilişkin acil uyarıları, Stalin tarafından panik yaratma olarak reddedildi. Stalin’in 15 Haziran 1926’da Molotov’a yazmış olduğu ve kısa süre önce yayımlanan bir mektupta, Stalin hakkında pek çok şeyi ortaya koyan şu bölümü buluyoruz: “Ekonomi ile ilgili konularda telaşlanmıyorum. Rikov onlarla ilgilenecektir. Muhalefet, ekonomik konularda kesinlikle sıfır puan kazanır.”[7]
Stalin’in, Sovyetler Birliği’nin yazgısının bağlı olduğu son derece önemli bir konudaki kişisel değerlendirmesi buydu. Bu, “sıfır puan” değerindeydi. Stalin, Sovyet ekonomisinin NEP altında biriken çelişkilerinin sonunda onun yüzüne patlayacağını ve onu yalnızca birkaç yıl sonra her şeyi göze almış, pervasız ve kanlı toplu kolektifleştirme politikaları izlemeye sürükleyeceğini düşünemiyordu.
Ekim Devrimi’nin uluslararası bağlamı
Hem Troçki’nin sürekli devrim perspektifinin, hem de Lenin’in “Nisan Tezleri”nin merkezinde, Rus işçi sınıfı ile uluslararası, özellikle de Avrupa’daki proletaryanın mücadeleleri arasındaki ayrılmaz bağlantı vardı. Ne Lenin ne de Troçki, Ekim Devrimi’ni öncelikle ulusal anlamda kavrıyordu. Onlar, Geçici Hükümet’in devrilmesini, Birinci Dünya Savaşı’nda sergilenmiş olan küresel kapitalist çelişkilerin uluslararası proleter çözümünün başlangıcı olarak kavramış ve savunmuşlardı. Bu perspektifin, ekonomik olarak geri kalmış Rusya’nın sınırları içinde kendine yeterli bir sosyalist sistem kurma amacı ile hiçbir ortak yanı yoktu. Buharin ve Stalin, sosyalizmin ulusal bir temelde, tek ülkede kurulabileceği düşüncesini, Lenin’in ölümünden aylar sonrasına, 1924 sonbaharına kadar ileri sürmedi.
Daha önce, sosyalist ekonominin gelişmesi bir yana, Bolşevik hükümetin varlığını sürdürmesinin bile Batı Avrupa’daki sosyalist devrimlerin zaferine bağlı olduğu, Marksizmin tartışmasız bir ön kabulüydü. İktidarın ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesinin Sovyet Rusya’ya varlığını sürdürmesi için yaşamsal öneme sahip siyasi, mali, endüstriyel ve teknolojik kaynaklar sağlayacağına tutkulu bir biçimde inanılıyordu.
Bolşeviklerin, iktidar mücadelesini böylesi uzak uluslararası devrimci hesaplara dayandıracak kadar deli oldukları savunulabilir ki bu iddia, o zamanlar Menşevikler ve onların Avrupa sosyal demokrasisi içindeki müttefikleri tarafından dile getirilmişti. Bununla birlikte, Lenin karşısındaki tavrı kesinlikle eleştirel olan Rosa Luxemburg’un, Bolşevizmin tam da bu yönünü en fazla övgüye layık bulduğunu belirtmek gerekiyor. Luxemburg, 1918 yılında şunları yazmıştı:
Rusya’daki devrimin yazgısı bütünüyle uluslararası gelişmelere bağlı. Bolşeviklerin kendi politikalarını bütünüyle dünya proleter devrimine dayandırması, onların siyasi ileri görüşlülüğünün, ilkesel sağlamlığının ve politikalarının gözü pek kapsamının en açık kanıtıdır.[8]
Luxemburg, Bolşevik yönetimin geleceği konusunda iyimser değildi. Bolşeviklerin iktidara geldikten sonra izlediği politikaların birçoğuna da katılmıyordu. Ama Bolşeviklerin iktidarı almaması gerektiğini ya da onların siyasi hatalarının bir tür ütopik fanatikliğin ifadesi olduğunu ileri sürmek, onun aklına hiçbir zaman gelmedi. Luxemburg, ahlaki suçlamalarını Bolşeviklere değil, Alman sosyal demokratlarına yöneltti. Onların devrimci ilkelere ihanetleri ve Alman hükümetinin Rusya’nın geniş bir kesiminin işgalini içeren savaş politikalarına verdikleri destek, Sovyet hükümetini çaresiz bir duruma sokmuştu.
Lenin’den ve yoldaşlarından, böylesi koşullar altında en güzel demokrasiyi, proletaryanın örnek alınacak diktatörlüğünü ve dört başı mamur bir ekonomi mucizesi yaratmalarını beklemek, onlardan insanüstü bir şey talep etmek olacaktır…
… Hepimiz tarihin yasalarına tabiyiz ve sosyalist toplum düzeni yalnızca uluslararası ölçekte gerçekleştirilebilir. Bolşevikler, gerçek bir devrimci partinin tarihsel olanaklar çerçevesinde sağlayabileceği her tür katkıyı yapabileceklerini göstermişlerdir. Onlardan mucizeler gerçekleştirmeleri beklenmiyor. Zira dünya savaşı eliyle tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletaryanın ihanetine uğramış yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrim bir mucize olurdu.[9]
Luxemburg, şu sonuca varıyordu:
Uygun olan, Bolşeviklerin politikalarında asli olanı asli olmayandan, özü rastlantısal fazlalıklardan ayırt etmektir… Bu, şu ya da bu ikincil taktik meselesi değil; proletaryanın eylem yeteneği, harekete geçme gücü, gerçekte sosyalist iktidar iradesi sorunudur. Lenin ve Troçki ile arkadaşları, dünya proletaryasına örnek olarak en önde giden kişilerdir; onlar, şimdiye kadar Hutten[10] ile birlikte “Ben cüret ettim!” diye haykırabilen biricik insanlar olmaya devam ediyorlar.[11]
Bu sözcükler, bugün, yaklaşık seksen yıl sonra bile ne kadar canlandırıcı! Bunlar, dönemin en bilinçli sosyalistlerinin, Rus Devrimi’nin yalıtılmasının onun varlığını sürdürmesinin önündeki en büyük tehlikeyi ifade ettiğinin farkında oldukları gerçeğine tanıklık ediyorlar.
Sovyet rejiminin siyasi yozlaşmasının başlıca nedeni, Avrupa işçi sınıfının, I. Dünya Savaşı sonrasında, özellikle Almanya’da uğradığı yenilgilerdi. Sovyet Rusya’nın yalıtılmışlığı, iktidarın Bolşevikler tarafından ele geçirilmesini mümkün kılmış olan sınıfsal güçler ilişkisini köklü biçimde değiştirmişti. Burada, saf teorik bir sorundan değil ama fiziksel bir gerçeklikten söz ediyoruz. Ekim Devrimi’nin başlıca toplumsal dayanağı, son derece küçük ama stratejik olarak konumlanmış bir işçi sınıfıydı. Bolşevizmin krizi, iç savaşın işçi sınıfı üzerindeki etkisi dışta bırakıldığında anlaşılamaz.
İç savaşın bedelleri
Troçki, Bolşevik Parti’nin yozlaşmasının nedenleri hakkında yazarken, sıkça, 1921’de iç savaşın sonuna gelindiğinde işçi sınıfının içinde bulunduğu fiziksel ve düşünsel tükenmişlikten söz ediyordu. Eserleri doğallıkla kamuoyunda oldukça az bilinen dürüst tarihçilerin son zamanlarda yayımlanmış araştırmaları, Sovyet yönetiminin karşı karşıya olduğu toplumsal felaketin çapına ışık tutan, olgulara dayalı önemli bilgiler sağlıyor.
Michigan Eyalet Üniversitesi’nden Profesör Lewis Siegelbaum, değerli bir çalışma olan Devrimler Arasında Sovyet Devleti ve Toplumu, 1918-1929’da sanayi işçi sınıfının iç savaş sürecindeki küçülmesine ilişkin istatistiksel verilerden alıntı yapıyor. Devrim sırasında, 16’dan fazla işçi çalıştırılan fabrikalarda toplam 3,5 milyon işçi vardı. Bu sayı, 1918’de iki milyona, 1920’nin sonunda ise 1,5 milyona indi.
En fazla kayıp büyük sanayi merkezlerindeydi. Petrograd’daki sanayi işçilerinin sayısı, Ocak 1917’de 406.000 idi. Bu sayı, 1920’nin ortalarında 123.000’e indi. Bu mutlak sayısal azalmaya ek olarak, proletaryanın kentin toplam nüfusu içindeki oranı da çarpıcı biçimde azalmıştı.
Moskova, 1918 ile 1920 yılları arasında 100.000 işçi kaybetti. Aynı dönemde, Urallar’daki fabrika ve maden işçilerinin sayısı, 340.000’den 155.000’e gerilemişti.
Sovyet ekonomisinin başlıca sanayi ve üretim sektörleri sarsıcı kayıplar yaşadı. Tekstil sektörü işgücünün yüzde 72’sini; makine ve metal işkolu ise yüzde 57’sini kaybetti.
Proletaryanın gerilemesi, kent nüfusunda genel bir azalma sürecinin parçasıydı. 1917’de 2,5 milyon nüfusa sahip olan Petrograd’da, 1920’ye gelindiğinde, yalnızca 722.000 kişi kalmıştı ki bu, yarım yüzyıl önce kentte yaşayan insan sayısına eşitti. Moskova’nın nüfusu, Şubat 1917 ile 1920’nin sonları arasında, iki milyondan, 1897’deki nüfus sayımında kaydedilmiş olan sayıdan daha az olacak şekilde, bir milyonun biraz üstüne gerilemişti.
Bu korkunç sürece, en önemlisi salgın hastalık olan çok sayıda etmen neden olmuştu. On binlerce insan, kolera, grip, tifo ve difteri salgınları sırasında öldü. Moskova’daki ölüm oranı, 1917’deki binde 23,7’den 1920’de binde 45,4’e yükseldi.
Nüfusun azalmasındaki ve sanayisizleşmedeki bir diğer önemli etmen, yeni kurulmuş olan Kızıl Ordu’nun emperyalist destekli Beyaz ordulara karşı savaşacak askerlere duyduğu yakıcı ihtiyaçtı. Kızıl Ordu tarafından gerçekleştirilen seferberlikler, 1918-1920 yılları arasında yarım milyondan fazla işçiyi fabrikalarından uzaklaştırdı.
Bu demografik felaketin etkisi, yalnızca ekonomik alanda değil ama siyasi olarak da hissedildi. Kızıl Ordu, başarılı olmak için, büyük ölçüde işçi sınıfının en sınıf bilinçli kesimlerinin adanmışlığına ve girişkenliğine bağımlıydı. Sanayi proletaryasının tükenmesi, asıl olarak, 1917 yılındaki devrimci mücadelelerde fabrika komitelerinde ya da partinin önderliğindeki diğer örgütlerde önemli rol oynamış olan işçileri kapsıyordu. İşçilerin, en azından, sovyetler ve ardından Kurucu Meclis için yapılan seçimlerde Bolşeviklere oy vermiş kesimlerinin iç savaşın talepleri eliyle sanayi bölgelerinden çekildiğine hiç kuşku yok.
Komünist Parti’nin uğradığı kayıplar sarsıcıydı. Kızıl Ordu’da hizmet eden 500.000 komünistten 200.000’inin iç savaş sırasında öldürüldüğü tahmin ediliyor. Böylesi yıkıcı bir ölüm oranının devrimci kadrolar arasındaki siyasi sonuçları, dikkatleri, Sovyet hükümetinin askeri konumunun özellikle 1919 sonbaharındaki önemli zaferler sonucunda iyileşmesinin ardından Komünist Parti’ye yeni üye akışına çekerek daha iyi değerlendirilebilir. Partinin üye sayısı, Ağustos 1919 ile Mart 1920 arasında, 150.000’den 600.000’e yükseldi. Bu yeni üyelerin kapasitesi, yitirilmiş olanlardan, genel olarak çok daha düşüktü.
İç savaşın sonunda, Sovyet hükümetinin ve iktidardaki partinin toplumsal ve siyasal zemini çarpıcı bir şekilde değişmişti. “Proletarya diktatörlüğü”, üzerinde yükseldiği proletaryanın önemli bir kesimini kaybetmiş; “öncü parti”, uzun deneyim sayesinde işçi sınıfı içinde gerçek bir siyasi öncü oluşturmuş olan geniş bir bölümünü yitirmişti. Dahası, Bolşevik Parti’nin toplumsal bileşimi önemli bir değişim geçirmişti. Toplumsal kökenini beyaz yakalı olarak tanımlayan üyelerin oranı, proleter olanlara göre, çarpıcı biçimde artmıştı. Siegelbaum, bu “alt orta tabaka”nın ya da küçük burjuvazinin, parti ve devlet örgütü ile ilgili işlerde artan etkisine dikkat çekiyor.
Alt orta tabaka, kendisini, başarılı bir şekilde işçilerin ve köylülerin devrimine eklemledi. Sonuç, devrimci devletin toplumsal bileşiminin, genel olarak kabul edilenden daha fazla ayrışık ve daha az proleter olması oldu. Bu “yabancı unsurlar”ın devletin günlük işleyişi üzerindeki etkisinin ne olduğu, onların özgün devrimci projeye yabancı belirli bir psikolojiye sahip olup olmadığı, tam olarak net değil.[12]
Bolşevik Parti’nin karakteri, yalnızca deneyimli işçi sınıfı kadrolarının kaybıyla ve on binlerce deneyimsiz ve siyasi olarak kuşkulu üye kayıtlarıyla değişmedi. Troçki’nin Muhalefet içindeki en yakın siyasi müttefiki olan Kristian Rakovski’nin ifadesiyle, “iktidarın profesyonel talepleri”, devrim ve iç savaş yıllarından sağ çıkmış olan daha eski kadrolara beklenmedik ve ciddi bir zarar vermişti. Nüfusun geniş kesiminin okur yazar olmadığı ve teknik becerilerin yetersiz olduğu geri kalmış bir ülkede, parti üyeleri, her durumda işletmelerin ve devletin yönetim görevlerine getirildiler. Çok sayıda ve sürekli genişleyen devlet kurumları ve parti örgütleri, biraz yöneticilik becerisi sahibi olan kadroların hizmetinden yararlanmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Böylece, parti kadrolarının önemli bir kesimi bir bürokratikleşme sürecine kapıldılar.
Ekonomik kargaşanın ve korkunç yoksulluğun ortasında, devletin ve partinin örgütleri ile kurumları içindeki konumlar, kimi küçük kişisel güvenceler sağlıyordu. İşyeri kantininde günde bir kez iyi bir yemek yeme olanağı, hiç de önemsiz bir ayrıcalık değildi. Küçük ama önemli her türlü yolla, yavaş yavaş, belirli toplumsal çıkarlara sahip bir bürokratik kast biçimlendi.
NEP’in etkisi
Sovyet hükümeti, 1921’de Yeni Ekonomi Politikası’nı (NEP) uygulamaya koydu. Bu politika, Rusya’da örgütlü bir ekonomik etkinliği yeniden kurmak için, kapitalist piyasanın yeniden canlanmasını teşvik ediyordu. NEP, yalıtılmış Sovyet devletinin karşı karşıya olduğu perişan ekonomik duruma gerekli bir yanıt olmakla birlikte, iktidardaki parti içindeki siyasi yozlaşma sürecini hızlandırdı. Devletin ve partinin proleter tabanının şiddetli bir şekilde güçsüzleşmiş olduğu göz önünde bulundurulduğunda, NEP’in Rusya içindeki kapitalist eğilimleri canlandırmasının tehlikeli siyasi sonuçları olması kaçınılmazdı.
NEP, Bolşevik Devrim’i kıyamet olarak gören toplumsal unsurları canlandırdı. İş adamları ve tüccarlar yeniden ortaya çıktı. 1922’ye gelindiğinde, Moskova’da bir kez daha bir borsa işler durumdaydı. Toplumsal ortam eşitsizliğe çok daha hoşgörülü bir hal aldı ve parti üyeleri içinde, özellikle de bürokrasinin üst tabakasında çalışanlar arasında belirli bir ahlaki ve siyasi gerilemeyi yansıtan bir karamsarlık ifade buldu.
NEP, açıkça milliyetçi unsurların yeniden canlanmasına katkıda bulundu. Ekim Devrimi, uluslararası işçi hareketinin tarihindeki büyük bir olaydı ama aynı zamanda, Rus tarihinde de dönüştürücü bir bölümdü. Devrim, çığır açan bir toplumsal yeniden yapılanmada, milyonlarca insanı, hem köylüleri hem de işçileri harekete geçirmişti. Altüst oluş, günlük yaşamın birçok yanını değiştirmişti. Ekim Devrimi, partinin birçok üyesine (özellikle de Bolşevik yönetimin önüne yeni fırsatlar açmış olduğu alt orta tabakadan gelen yeni üyelere), büyük bir ulusal uyanışın başlangıcı olarak görünüyordu. Avrupa işçi sınıfının yenilgileri karşısında, ulusal Sovyet ekonomisini inşa etme pratik görevi, bu güçlere, dünya sosyalist devrimi görüşünden çok daha gerçekçi geldi.
Parti içindeki siyasi yaşamın niteliği kötüleşti. Bolşevikler, 1920’den başlayarak, sıkça, devlet aygıtının bürokratikleşmesine ilişkin kaygılarını ifade ediyorlardı. Lenin, Sovyet Rusya’yı “bürokratik eğilimli bir işçi devleti” olarak adlandırmıştı. Ama kaygılara rağmen, bürokratikleşme süreci, Rusya’nın geri kalmışlığıyla bağlantılı köklü nesnel eğilimler eliyle besleniyordu ve partinin kendisi de, bürokrasinin toplum yaşamının bütün alanlarına işlemesinden bağışık kalamazdı. Siyasi olarak aktif bir işçi sınıfının yokluğunda, bürokratik işletme ve yönetim yöntemleri, hızla parti işlerine bulaştı. Bu sürecin en belirgin ifadesi, genel sekreter olarak başlıca sorumluluğu önemli parti ve devlet konumları için ihtiyaç duyulan kadroların seçilmesinden oluşan Stalin’in artan etkisiydi. Geleneksel parti içi demokrasi biçimlerinin yerini, giderek, Stalin’in kendisine bir taraftar ağı oluşturmak için kullandığı atama yetkisi aldı.
Mart 1922’deki On Birinci Parti Kongresi’nde, Lenin, partinin devleti yöneten bürokrasiye yenik düşmesi tehlikesi ile karşı karşıya olduğu uyarısında bulunmuştu. Bundan kısa süre sonra, onu aylar boyunca siyasi faaliyetten uzak tutan bir felç nedeniyle hiçbir şey yapamaz duruma geldi. Lenin, 1922 sonbaharında yeniden işine döndüğünde, parti içindeki durumun kötüleşme düzeyi karşısında şok oldu. O, bürokratik yozlaşma sürecindeki en önemli figürün Stalin olduğunu saptadı. Lenin’in siyasi olarak aktif yaşamının son aylarında hazırladığı notlar ve dokümanlar, onun Nisan 1923’te yapılması planlanan On İkinci Parti Kongresi’nde Stalin ile nihai çatışmaya hazırlandığını ortaya koyuyor. Lenin tarafından yazılmış olan ve Stalin’in genel sekreterlikten uzaklaştırılması çağrısı yapan ünlü vasiyet ile Stalin’e gönderdiği ve kendisiyle tüm kişisel ilişkileri kesme tehdidinde bulunduğu mektup, onun parti kongresine sunmak istediği siyasi dosyanın bir bölümüydü. Lenin’in Mart 1923’te geçirdiği ağır felç, Stalin’in siyasi kariyerini kurtardı.
Lenin’in nihai olarak iş yapamaz hale gelmesini izleyen aylarda, Stalin, Zinovyev ve Kamenev “üçler erki”nin başvurduğu bürokratik yöntemlere yönelik muhalefet arttı. NEP’in sonuçlarına ilişkin artan kaygıların körüklediği siyasi gerilimler, Troçki’nin 1923 ilkbaharında açıklamış olduğu gibi, özellikle, sanayi ve tarım fiyatları arasındaki artan dengesizlikte ve işçi sınıfının koşullarının sürekli kötüleşmesinde kendisini dışa vuruyordu.
Sol Muhalefet
Lenin’in yeniden siyasi yaşama dönemeyeceği belli olunca, Troçki, parti içi demokrasinin bastırılmasına karşı düşüncelerini açıkça ifade etme baskısı altında kalmıştı. Troçki, 8 Ekim 1923’te, Merkez Komite’ye, ekonomi politikasındaki ciddi güçsüzlüklere dikkat çeken ve parti yaşamının bürokratikleşmesini eleştiren bir mektup gönderdi. Bir hafta sonra, onun eleştirileri, kırk altı önde gelen parti üyesi tarafından imzalanmış bir “Bildirge”de onaylandı. Bu gelişmeler, Sol Muhalefet’in siyasi mücadelesinin başlangıcına işaret ediyordu.
Stalinizmin organik olarak Marksist ve Bolşevik ideolojiden çıkmış olduğu efsanesi, tarihsel kayıtlar eliyle yalanlanmaktadır. Marksizmin gelişmesinin Stalinist bürokrasiye karşı verilen mücadelede ifade bulduğunu gösteren ve çoğu Sovyet halkından on yıllar boyunca gizlenmiş on binlerce belge var.
Muhalefet’in ileri görüşlülüğü, önderliğin politikalarında ve yöntemlerinde köklü bir değişim olmaması durumunda, “Sovyet Rusya’daki ekonomik kriz ve parti içindeki hizip diktatörlüğünün krizi, ülkedeki işçi diktatörlüğüne ve Rusya Komünist Partisi’ne (RKP) ağır darbeler indirecektir. Rusya’daki proletarya diktatörlüğü ve onun önderi RKP, omuzlarındaki böylesi bir yükle, yakınlaşan dünya çapındaki yeni altüst oluşlar dönemine, yalnızca, proleter mücadelenin bütün cephelerinde yenilgi beklentisiyle girebilir,” uyarısında bulunan “46’lar Bildirgesi”nde sergilenmişti.[12]
1923’teki Muhalefet’i yaratmış olan konular, parti içinde bürokrasinin büyümesi ve ekonomi politikası üzerine farklılıklardı. Çatışan eğilimlerin programatik farklılıklarının tam derinliği ve daha önemlisi onların üzerinde yükseldiği uzlaşmaz toplumsal güçler, ancak parti içindeki mücadelenin başlamasından sonra açığa çıktı. Troçki’nin ve 46’lar Platformu’nun eleştirileri, üçler erkini ilk olarak kargaşaya sürüklemiş ve onun samimi olmayan bazı ödünler vermesine yol açmıştı. Ama sonra üçler erki kendisini toparladı, karşı saldırıya geçti ve NEP çerçevesinde Sovyet rejiminin yeni tabanı haline gelmiş olan toplumsal güçlerin yardımına başvurdu. Stalin’in 1924 yılı sonlarında “tek ülkede sosyalizm” teorisini ortaya çıkarmasının anlamı buydu.
Stalin’in, Bolşevik Devrim’in dayandığı uluslararası perspektifin bu revizyonunun yol açacağı tepkiyi önceden gördüğü ya da Troçki’nin onun yeni teorisine neden böylesi kapsamlı bir anlam atfettiğini anladığı kuşkulu. Ama Stalin, parti ve geniş kitleler içinde, partinin perspektifinin ulusalcı bir şekilde yeniden formüle edilmesini memnuniyetle karşılayacak bir tabanın var olduğunu daha önce hissetmiş olmalıydı. Stalin, sosyalizmin tek bir ülkede kurulabileceğini ilan ederek, on binlerce parti bürokratı arasında oldukça yaygın hale gelmiş olan uygulamaları ve bakış açısını meşrulaştırıyordu.
Tek ülkede sosyalizm
“Tek ülkede sosyalizm” teorisi, özellikle, kendi maddi çıkarlarını giderek daha bilinçli bir şekilde Sovyet ekonomisinin “ulusal” gelişmesi ile özdeşleştirme eğiliminde olan, büyüyen bürokratik tabakaya hitap ediyordu. Ama bu perspektife yanıt verenler yalnızca bürokratlar değildi. İşçi sınıfının geniş kesimleri içindeki genel siyasi tükenmişlik, kendisini, Ekim Devrimi’nin büyük enternasyonalist amaçlarından bir geri çekilmede ifade ediyordu. Sovyet ekonomisinin krizine ulusal bir çözüm vaadi, özellikle Almanya Komünist Partisi’nin Ekim 1923’te uğradığı bozgunun ardından, kuşatma altındaki devrim için yeni bir cankurtaran halatı sağlayacak gibi görünüyordu.
Stalin, samimi anlarından birinde, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin, Sovyet kitlelerine, Ekim Devrimi’nin boşuna yapılmamış olduğuna ve sosyalizmin, uluslararası devrimci hareketin yazgısına aldırmaksızın, Rusya’da inşa edilmesi olanağını kabul etmeyenlerin işçi sınıfının inancını ve coşkusunu kırdığına inanmaları için bir gerekçe sunma işlevi gördüğünü ileri sürmüştü. İşçileri, kendi çabalarıyla sosyalizme ulaşıyor olduklarına ikna etmek gerekiyordu. Troçki, bu tür savlara, 1928 yılında şu yanıtı verdi:
Tek ülkede sosyalizm teorisi, kaçınılmaz bir şekilde, üstesinden gelinmesi gereken zorlukların küçümsenmesine ve elde edilmiş başarıların abartılmasına yol açmaktadır. Stalin’in, “SSCB’de sosyalizm şimdiden yüzde 90 gerçekleşmiştir,” biçimindeki açıklamasından daha sosyalizm karşıtı, daha devrim karşıtı bir sav bulunamaz… Devrimin on birinci yılında, çevrelerindeki yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin, ekmek kuyruklarının, cehaletin, evsiz barksız çocukların, sarhoşluğun ve fuhuşun azalmadığını gören işçileri, tarım emekçilerini ve yoksul köylüleri canlandırmak için gereksinim duyulan şey tatlı yalanlar değil, acı gerçektir. Onlara, sosyalizmin yüzde 90 gerçekleşmiş olduğuna ilişkin yalanlar söylemek yerine, günümüzdeki ekonomik düzeyimizin, toplumsal ve kültürel koşullarımızın, sosyalizmden çok kapitalizme, hem de geri kalmış ve kültürsüz bir kapitalizme yakın olduğunu anlatmamız gerekiyor. Onlara, gerçek sosyalist inşa sürecine yalnızca en ileri ülkelerin proletaryası iktidarı aldığında gireceğimizi; bunun için, her iki kaldıracı da (iç ekonomik çabalarımızın kısa kaldıracı ile uluslararası proleter mücadelenin uzun kaldıracı) kullanarak, aralıksız bir şekilde çalışmamız gerektiğini anlatmalıyız.[13]
Sovyetler Birliği’nin dünya sosyalist devrimine kaçınılmaz bağımlılığında ve sosyalizmin tek bir ülkede kurulmasının olanaksızlığında ısrar, Troçki ve Sol Muhalefet tarafından Stalinist bürokrasiye karşı verilen mücadelenin teorik ve programatik temelini oluşturuyordu. Onun farklı unsurları (parti içi demokrasinin yeniden kurulması, planlamanın geliştirilmesi, sanayinin güçlendirilmesi vb.) bu esas birleştirici kavrayıştan kopartıldığında, Sol Muhalefet’in programını anlamak mümkün değildir.
Tarihçilerin çoğu, Troçki’ye en soğuk olanlar dahil, onun dünya devrimine olan bağlılığını, tüm programının en zayıf unsuru olarak görme eğilimindeler. Yine bu nedenle, ona sempati duyan tarihçiler bile, onun Stalinizme karşı çıkışını Don Kişotça bir şey gibi ele alma eğilimindeler. Onlar, Troçki’nin, dünya devrimi kuruntusu peşinde koşarak, Stalinizme olan muhalefetini güvenli bir temelde sağlama alamadığını ileri sürüyorlar.
Bu eleştiri, 1920’lerde ve 1930’larda uluslararası işçi hareketi içinde var olan devrimci potansiyeli ciddi biçimde küçümsemekte ve Stalinizmin dünya devriminin gelişmesi üzerindeki gerçekten dehşet verici etkisini değerlendirememektedir. Komintern’in Stalinistler tarafından siyasi olarak imha edilmesi (yani, Sovyet bürokrasisinin bir eklentisine dönüşmesi), işçi sınıfının özellikle 1926’da Britanya’da, 1927’de Çin’de, 1933’te Almanya’da ve 1936-37’de İspanya’da uğradığı ağır yenilgilerin başlıca nedeniydi. Bu yenilgiler, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelerin seyrini derinden etkiledi.
Dürüst çağdaş tarihçiler arasında bile, Troçki’nin ve Sol Muhalefet’in uluslararası devrimci stratejisinin hak ettiği ciddiyetle incelenmesine yönelik bu başarısızlığın açıklaması ne? Gerici siyasi ortam ve cansız entelektüel kültür, akademisyenler üzerinde sinsi bir etkide bulunmaktadır. Onların gençlik iyimserliklerinden geride çok az şey kalmış durumda. Sosyalist devrim olasılığına ilişkin kuşkuculuk, hatta onu açıkça reddetme, uluslararası işçi sınıfının siyasi ve ideolojik düzeyindeki aşırı gerilemeye yönelik bir tepkidir. Çağdaş tarihçiler, kendilerini bir zamanlar sosyalizme yakın bulanlar (ve tam da bu nedenle Rus Devrimi’ni incelemeye çekilmiş olanlar) bile, Marksistlerin önderlik ettiği ve devrimci enternasyonalist hedeflerin harekete geçirdiği kitlesel bir işçi hareketini, artık olanaksız buluyorlar. Onların günümüzdeki karamsarlığı, geriye doğru bir karakter edinmiştir.
Bu bizi, sonuçta, Sol Muhalefet’in çağdaş bir tarihsel araştırma konusu olarak günümüzdeki önemine getiriyor. Bunun, ciddi araştırmacılar için en zengin ve en önemli alanlardan biri olduğuna inanıyorum. Yakın zamanlara kadar, Sol Muhalefet’e ilişkin sistematik bir araştırmaya girişmenin hiçbir olanağı yoktu. Totaliter diktatörlüğe yönelik bu olağanüstü siyasi muhalefet hareketi hakkında, görece çok az şey biliniyordu. Yirminci yüzyıl tarihinin en önemli siyasi mücadelelerinden birine ilişkin bilgimizdeki bu korkunç eksiklik, Stalinizmin mirasıdır. Sovyet bürokrasisinin sağlamlaşmasına, siyasi karşıtlarının itibarsızlaştırılması, suçlu ilan edilmesi ve fiziksel imhası eşlik etti. Terör, Troçki ve Sol Muhalefet tarafından temsil edilen büyük Marksist geleneğin ve kültürün tüm izlerinin Sovyet ve uluslararası işçi sınıfının bilincinden silinmesini hedeflemiş olan bir tarihsel tahrifat kampanyasıyla tamamlandı. Sovyet bürokrasisi, Stalinizm ile Marksizmin özdeşliğini yalnızca bu yolla kurabilirdi.
Artık, büyük yalanlar mabedini ortadan kaldırmanın koşulları ortaya çıkıyor. Rusya’daki arşivlerin açılması, bunu mümkün kılmış olan siyasi koşullar bir yana, Sovyet araştırmalarında yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmektedir ve bu, Marksizmin geleceği için son derece önemli entelektüel ve siyasi sonuçları olan bir durumdur.
Belgelerin ve uzun süredir kayıp olan el yazmalarının yavaş ama emin adımlarla ortaya çıkarılması, yayımlanması ve eleştirel bir şekilde özümsenmesi, Rus Devrimi’nin tarihsel gelişmesine ilişkin toplum bilincini yeniden biçimlendirecektir. Stalinizme, Troçki ve Sol Muhalefet tarafından geliştirilmiş Marksist alternatifin varlığı giderek daha fazla kabul edilecek. Önde gelen Muhalefet yanlılarından yalnızca birkaçını anarsak, Rakovski, Preobrajenski, Piatakov, Joffe, Sosnovski, Eltsin, Ter-Vaganyan, Boguslavski, Vilenski ve Voronski gibi parlak siyasi kişilikler başlıca biyografilerin konusu olacak; yirminci yüzyılın en büyük siyasi ve entelektüel kişiliklerinden biri olan Troçki’nin yaşamı, yeni ve çok önemli bilgiler ışığında yeniden incelenecek. Marksizm ve uluslararası sosyalizm davası, bu son derece önemli entelektüel canlanma sürecinden yalnızca kazanç sağlayabilir.
Dmitri Volkogonov, Lenin: A New Biography [Lenin: Yeni Bir Biyografi]; New York: The Free Press, 1994, s. 178.
“Utopias in History,” in Acts/Proceedings, 18th International Congress of Historical Sciences [“Tarihte Ütopyalar,” Belgeler/Bildiri Özetleri içinde, 18. Uluslararası Tarih Bilimleri Kongresi]; Montreal, 1995, s. 487–489.
Dmitri Volkogonov, Stalin: Triumph and Tragedy [Stalin: Zafer ve Trajedi], New York: Grove Weidenfeld, 1988, s. 254.
Age., s. 255–259.
Leszek Kolakowski, Main Currents of Marxism, Volume 3, “The Breakdown” [Marksizmin Ana Akımları, Cilt 3, “Çöküş”] (New York: Oxford University Press, 1978), s. 2.
Age., s. 8–9 ve s. 22.
Lars T. Lih, Oleg V. Naumov ve Oleg V. Khlevniuk, Stalin’s Letters to Molotov [Stalin’in Molotov’a Mektupları] (New Haven: Yale University Press, 1995), s. 114.
Rosa Luxemburg, The Russian Revolution and Leninism or Marxism? [Rus Devrimi ve Leninizm mi, Marksizm mi?] (Ann Arbor: The University of Michigan Press, 1961), s. 28.
Age., s. 78–80.
Çevirmenin notu: Ulrich Von Hutten (21 Nisan 1488 – 9 Ağustos 1523). Martin Luther’in reformlarını destekleyen Alman hümanist düşünür ve şair.
Age., s. 80.
Lewis Siegelbaum, Soviet State and Society Between Revolutions, 1918–1929 [Devrimler Arasında Sovyet Devleti ve Toplumu, 1918-1929] (Cambridge: Cambridge University Press, 1992), s. 62–63.
Lev Troçki, The Challenge of the Left Opposition 1923–25 [Sol Muhalefet’in Meydan Okuması 1923-25] (New York: Pathfinder Press, 1975), syf. 450.
Lev Troçki, The Third International After Lenin [Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal](New York: Pathfinder Press, 1996), s. 84–85.