Siyasette ve kültürde farklı bir dönem olarak 20. yüzyılın, Ağustos 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması ile başladığı konusunda tarihçiler arasında genel bir kabul var. Ancak onun ne zaman sona erdiği ya da sona erip ermediği, yoğun bir anlaşmazlık konusu. Bu tartışma, 100 yıllık bir zaman diliminin biçimsel tarihlendirilmesi üzerine değildir. 1900’lü yılların sona erdiği ve bizim 21. yüzyılda yaşadığımız açık. Bununla birlikte, yeni yüzyılın ikinci on yılını yarılamış olmamıza karşın, dünyamız 20. yüzyılın çekim alanı içinde olmaya devam ediyor. Eğer tarihçiler geçtiğimiz yüzyıla hala öfke ile bakıyorlarsa, bunun nedeni, insan soyunun, hala, politika, ekonomi, felsefe ve hatta sanat alanlarında, onun karara bağlanmamış mücadelelerini veriyor olmasıdır.
Tarihçiler, kısa süre öncesine kadar, 20. yüzyılın başarılı bir şekilde gömülmüş olduğuna oldukça eminlerdi. Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin 1989’da çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de dağılması, tüm dünyadaki akademik kurumları çok az bir direnişle içine çeken bir kapitalist zafer dalgasını harekete geçirmişti. Profesörler, hızla, tarihe ilişkin teorilerini en son gazete manşetleri ve başyazılar ile uyumlu hale getirmeye koyulmuşlardı.
1989-91 olaylarından önce, bu akademisyenlerin büyük çoğunluğu, az çok sosyalizm ile özdeşleştirmiş oldukları Sovyetler Birliği’nin sonsuza kadar yaşayacağını varsayıyorlardı. Lev Troçki’nin Stalinizme yönelik eleştirisinden haberdar olanlar bile, Kremlin bürokrasisinin, Sovyet işçi sınıfı tarafından devrilmemesi durumunda, işçi devletinin dağılmasına ve kapitalizmin yeniden kurulmasına öncülük edeceği öngörüsünü, Stalin’in hüsrana uğramış rakibinin gerçekçi olmayan ve kendisini haklı göstermeye çalışan haykırması olarak görüyorlardı.
Ancak Stalinist rejimler kendilerini tasfiye ettiklerinde, bu profesörler ve düşünce kuruluşlarının uzmanları, aceleyle, hem ABD’nin Soğuk Savaş’taki rakibi üzerinde kesin bir zafere ulaştığını, hem de kapitalizmin sosyalist düşmanını tarihsel olasılıklar alanından silmiş olduğunu ilan ettiler. O zamanın ruhu, tam ifadesini, RAND şirketi uzmanı Francis Fukuyama’nın The National Interest dergisinde yayımlanan “Tarihin Sonu mu?” başlıklı bir yazısında buldu. Fukuyama, şöyle yazıyordu:
Belki de yalnızca Soğuk Savaş’ın sonuna ya da savaş sonrası tarihin belirli bir döneminin aşılmasına değil ama bizzat tarihin sonuna; yani insan soyunun ideolojik evriminin sonuna ve Batı tarzı liberal demokrasinin insan yönetiminin nihai biçimi olarak evrenselleşmesine tanık oluyoruz.[1]
Açık konuşmak gerekirse, Fukuyama geleceğin sakin ve sorunsuz olacağını ileri sürmüyordu. Bununla birlikte, liberal kapitalist demokrasinin, her ne kadar ABD’de ve Batı Avrupa’da kusurlu biçimde uygulansa da, insan soyunun siyasal ve ekonomik evrimi bakımından aşılmaz bir ideali temsil ettiğinden artık hiçbir şekilde kuşku duyulamayacağını iddia etti. Tarih, kapitalist piyasa ekonomisi üzerine kurulu liberal demokrasiye düşünsel ve siyasal olarak inandırıcı herhangi bir alternatif olmadığı anlamında, “sona ermiş” idi. Fukuyama, 1992’de yayımlanan ve bu savını geliştirdiği bir kitapta, şunları yazdı:
Büyük anne-babalarımızın zamanında, birçok akıllı insan, özel mülkiyetin ve kapitalizmin ortadan kaldırıldığı ve siyasetin bir şekilde aşıldığı parlak bir sosyalist geleceği öngörebiliyordu. Buna karşın günümüzde, bizler, bizimkinden köklü biçimde daha iyi bir dünyayı ya da özünde demokratik ve kapitalist olmayan bir geleceği hayal etmekte sorun yaşıyoruz. Bu çerçevede, birçok şey, elbette iyileştirilebilir. Evsizlere ev, azınlıklara ve kadınlara olanaklar sağlayabilir; rekabet gücünü geliştirebilir ve yeni işler yaratabiliriz. Şimdi bildiğimizden önemli ölçüde daha kötü olan; ulusal, ırksal ya da dinsel hoşgörüsüzlüğün geri geldiği ya da savaşlar ve çevre felaketleri ile dolu dünyalar da hayal edebiliyoruz. Ancak, kafamızda, şimdikinden özünde farklı ve aynı zamanda daha iyi bir dünya canlandıramıyoruz. Daha az yansıtıcı başka çağlar da kendilerini en iyi olarak düşündüler ama biz, liberal demokrasiden daha iyi olması gerektiğini hissettiğimiz alternatifler peşinde adeta tükenmiş biçimde bu sonuca varıyoruz.[2]
Fukuyama’nın çözümlemesi, burjuva siyasi zafer gösterisini aşırı felsefi kötümserlik ile birleştiriyordu. Yayıncının, Fukuyama’nın kitabına Prozak [depresyon tedavisinde kullanılan bir ilaç – çev.] için bir reçete eklemesi uygun olabilirdi. Var olan kapitalist gerçeklik aslında olabildiğince iyi olmasına rağmen, insanlığın geleceği son derece kasvetliydi. Peki, Fukuyama’nın varsayımı ne kadar gerçekçiydi? Her ne kadar Hegel’den esinlenmiş olduğunu ileri sürse de, Fukuyama’nın diyalektik kavrayışı son derece sınırlıydı. Tarihin sona ermiş olduğu iddiası, yalnızca, kapitalizmin çatışmaları ve krizleri üreten içsel ve sistemsel çelişkileri bir şekilde çözmüş ve onların üstesinden gelmiş olduğunu kanıtladığında bir anlam ifade ederdi. Oysa Fukuyama bile bu tür kategorik sonuçlardan kaçınmıştı. Kapitalizmin başının kendisinin yaratmış olduğu toplumsal eşitsizlik ve hoşnutsuzluk ile belada olduğunu kabul ediyordu. Fukuyama, “karşılıklı tahakkukun kusurluluğu”ndan [yani, toplumsal eşitsizlikten] hoşnutsuzluğun, “gelecekte liberal demokrasiye ve kapitalizme Sol’dan alternatifler bulmaya yönelik girişimlerin kaynağı olabileceği” olasılığını kabul edecek kadar ileri gidiyordu.[3] İyi de, bu durumda Fukuyama’nın tarihin sonunu ilan etmesinden geriye ne kalmıştı?
ABD’li tarihçi Martin Malia (1924–2004), Fukuyama’nın teorisinin savunulamaz olduğunu anlamıştı. O, “Tarihin, hem faşizm hem de komünizm yanılsamalarının üstesinden geldikten sonra, nihayet piyasa demokrasisinde güvenli bir limana ulaşmış olduğuna ilişkin zafer konuşmaları”na karşı uyarıda bulundu. Malia, “tarihin sonuna ilişkin Marksizm sonrası görüş”ün[4] yaşayabilirliği hakkındaki kuşkularını ifade etti. O, kapitalizmin, tarihsel karşıtının hayaletinden hiçbir zaman kurtulamayacağından korkuyordu. “Sosyalist düşünce, kesinlikle, eşitsizlik olduğu sürece bizimle olacak ve bu gerçekten de çok uzun sürecek.”[5] Bu yüzden, Malia, sosyalist özlemlerin sürekliliğine karşı mücadele etmenin tek yolunun, Sovyet deneyimi temelinde, sosyalizmin işleyemeyeceğinde ısrar etmek olduğunu ileri sürdü. Onun The Soviet Tragedy adlı kitabının savı buydu. [Ona göre,] Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması, 1917 Ekim Devrimi’nin kaçınılmaz sonucuydu. Bolşevik Parti, kapitalist olmayan bir sistem yaratmak gibi olanaksız bir işe girişmişti. Bu, Lenin ile Troçki’nin ölümcül tarihsel hatasıydı.
Bütün sosyalizmin başarısızlığı, onun ilk olarak yanlış yerde, Rusya’da denenmiş olmasından değil ama bizzat sosyalist düşünceden kaynaklanmaktadır. Bu başarısızlığın nedeni, kapitalizmden bütünüyle arınmış sosyalizmin, doğası gereği olanaksız olmasıdır.[6]
Bu savın doğruluğu hiç kanıtlanmadı ve Malia, kitabını, tuhaf biçimde ikircikli ve sorunlu bir not ile bitirdi. O, sosyalizm uğruna kitlesel bir devrimci hareketin yeniden yükselmesi olasılığını öngörüyordu.
Benzersiz Leninist olgu, 1914-1918’deki benzersiz dünya krizi yüzünden ortaya çıkmıştı. Benzeri bir küresel kriz, uykudaki sosyalist programları bir kez daha aşırılıkçılığa ve dolayısıyla da mutlak hedeflere ulaşmak için mutlak iktidar arayışına sürükleyebilir.[7]
Fukuyama “Tarihin Sonu”nun sosyalizmin sonuna işaret ettiğini ileri sürerken, Malia, üzgün bir şekilde, kapitalist olmayan bir toplum hedefini gerçekleştirmek olanaksız olsa bile, sosyalizmin taraftar çekmeye devam edeceğini kabul ediyordu. Yarım yüzyıldan uzun süre Stalinist Britanya Komünist Partisi’nin adanmış bir üyesi olan Britanyalı tarihçi Eric Hobsbawm (1917–2012), geniş bir ılımlı solcu ve eski solcu akademisyenler tabakası arasında etki yaratan bir 20. yüzyıl teorisinin formüle edilmesinde hem Fukuyama’nın hem de Malia’nın savlarını ödünç aldı ve değiştirdi. Hobsbawm, oldukça bilgili bir tarihçiydi ve Fukuyama’nın metafizik spekülasyonlarını kabul edecek kadar deneyimci yönteme batmıştı. Fukuyama’nın düşüncesini, daha uygun boyutlara getirecek şekilde kırptı. Sovyetler Birliği’nin dağılması, tarihin sonuna olmasa da, 20. yüzyılın sonuna işaret ediyordu. Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı’nda, I. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 ile Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 arasındaki yılların “Kısa 20. Yüzyıl”ı oluşturduğunu ileri sürdü.
Kısa 20. yüzyıl, şimdi geriye baktığımızda görebildiğimiz gibi, artık sona ermiş tutarlı bir tarihsel dönemi oluşturmaktadır… 1980’lerin sonlarında ve 1990’ların başlarında, dünya tarihinde bir dönemin kapanıp yenisinin başladığı konusunda hiçbir ciddi kuşku söz konusu olamaz. Yüzyılın tarihçileri için temel bilgi budur…[8]
Hobsbawm’ın 20. yüzyılı 1914 ile 1991 arasındaki “kısa” bir 77 yıllık zaman süreci olarak dönemselleştirmesi, Malia’nın Bolşeviklerin devrimci projesini reddetmesini, daha az katı biçimde, yeniden formüle ediyordu. Hobsbawm, Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması ile birlikte 20. yüzyıl dramasının üzerine perdeyi indirerek, I. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla başlamış olan devrimci dönemin sonunu ilan ediyordu. 1914 ile 1991 yılları arasında, sosyalizm, şu ya da bu şekilde, kapitalizme bir alternatif olarak görünmüştü. O dönem, 1991’de, tüm zamanlar için sona ermişti. Hobsbawm, Lenin ile Troçki tarafından tasarlandığı haliyle devrimci sosyalist projenin, muhtemelen en baştan beri bir yanılsama olduğu konusunda pek kuşku bırakmıyordu. 1991’in ışığında, Bolşeviklerin yetmiş beş yıl önce iktidarı almasının trajik bir hata olduğu görülebiliyordu. 1917 yılının koşullarında Bolşevik önderlerin kararları için siyasi gerekçeler bulunabilse bile, Hobsbawm, Ekim Devrimi’nin, herhangi bir güncel geçerliliği olmayacak kadar özgün koşulların ürünü, kesinlikle benzersiz ve yinelenemez türde bir olay olduğunu iddia etti.
Fukuyama ve Hobsbawm, tarihsel sürece ilişkin dönemselleştirmelerinin merkezine, Sovyetler Birliği’nin yazgısını yerleştirdiler. SSCB’nin dağılması, Fukuyama’ya göre “Tarihin Sonu” anlamına gelirken, Hobsbawm’a göre, “Kısa 20. Yüzyıl”ın sonuna işaret ediyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına atfettikleri büyük tarihsel önem, Ekim Devrimi’nin 20. yüzyılın merkezi siyasi olayı olduğunun kısmen üstü örtülü bir kabulüydü. Bununla birlikte, hem “Tarihin Sonu” hem de “Kısa 20. Yüzyıl” tezi, Ekim Devrimi’nin tarihsel temellerine ve Bolşeviklerin 1917’de iktidarı almasını izleyen on yıllarda geliştiği haliyle Sovyet devletinin doğasına ilişkin özünde yanlış bir kavrayış üzerine kuruluydu. Fukuyama tarihsel nedenselliğe ilişkin özgün sorunlara pek aldırmayan soyut kuramlaştırma ile uğraşırken, Hobsbawm, I. Dünya Savaşı felaketinin yaşanmamış olması durumunda Rusya’da sosyalist devrimin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği biçimindeki bilinen ve yüzeysel yaklaşımı kabulleniyordu: “19. yüzyıl burjuva toplumunun Felaket Çağı’nda çökmesi olmadan, ne Ekim Devrimi olurdu, ne de SSCB.”[9]
Bu bir açıklama değil; totolojidir. Hobsbawm’ın yan çizdiği gerçek entelektüel görev, sonunda dünya savaşında ve toplumsal devrimde patlamış olan küresel karaktere sahip köklü çelişkileri belirlemekti. Sonuçta, I. Dünya Savaşı öncesinde, yıllarca, yoğunlaşan Büyük Güç çatışmaları yaşanmış; sosyalizm, Ekim Devrimi’ni önceleyen on yıllarda, işçi sınıfının uluslararası kitle hareketi olarak ortaya çıkmıştı. 1914’ten önce, sosyalistler, yalnızca burjuva toplumun çöküşünü öngörmekle kalmamış; aynı zamanda, bu çöküşün Avrupa çapında, hatta küresel ölçekte yıkıcı bir savaş biçimini alabileceği uyarısında da bulunmuşlardı. 1914 öncesi dönemin büyük Marksistleri, böylesi bir savaşı, sosyalist devrimin başlıca önkoşulu olarak memnuniyetle karşılamak şöyle dursun, emperyalist militarizme karşı mücadeleyi siyasi faaliyetlerinin merkezine yerleştirmişlerdi.
Sosyalistler, ancak büyük bir emperyalist savaşın an meselesi olduğu giderek daha açık hale geldiğinde, bu tür bir olayın devrimci mücadele açısından stratejik sonuçlarını değerlendirmeye başladılar. En önemli nokta, Marksist sosyalistlerin, savaşın ve devrimin ortak kökeninin kapitalist sistemin tarihsel krizinde olduğunu 1914’ten önce anlamış olmasıdır. Sosyalist hareket içinde 1914 öncesinde yaşanan tartışmaları görmezden gelen Hobsbawm’ın tarihsel nedensellik sorununa yüzeysel yaklaşımı, Ekim Devrimi’ni, savaşın yalnızca beklenmedik ve rastlantısal bir sonucu olarak sunuyordu.
Eklememiz gerekir ki, Fukuyama’nın, Hobsbawm’ın ve Malia’nın savlarındaki ciddi sakatlık, Sovyetler Birliği’ni, tarihinin tüm aşamalarında, eleştirisiz biçimde sosyalizm ile özdeşleştirmiş olmalarıydı. Stalinist rejim, Ekim Devrimi’nin doğuştan gelen günahı olarak kabul edildi. Sovyet tarihine ilişkin bu yazgıcı ve aşırı belirlenimci yaklaşım, Stalinist olmayan bir gelişme yolu olasılığını düşünmeyi reddediyordu. Hobsbawm, Sovyet Komünist Partisi içindeki muhalif eğilimlerin, özellikle de Lev Troçki önderliğindeki muhalefetin, Stalin’in başkanlığında gelişen bürokratik diktatörlüğe karşı mücadelesine tam bir aldırmazlık sergiledi. Stalin’in egemenliğine alternatifler hakkında tartışmayı, uygunsuz bir karşı olgusal tarih çalışması olarak reddetti. Komünist Parti içindeki çatışma ne kadar yoğun olursa olsun, nihayetinde Stalin önderliğindeki hizip üstün çıkmıştı ve o andan itibaren, Stalinizm, bu tarihçinin sinik ifadesiyle, “alanında rakipsiz” idi. Troçki’nin ve Sol Muhalefet’in, 1923 ile 1927 yılları arasında Komünist Parti içinde şiddetle devam eden mücadelede söylemiş ve yazmış oldukları önemli değildi. Hobsbawm’a göre, mesele oldukça açıktı: Stalin kazanmış, Troçki kaybetmişti. Söylenebilecek tek şey buydu. Tarihçiler, neyin olabileceği ile ilgilenmemeliydi.
Hobsbawm’ın Stalinizme alternatifleri inatla reddetmesi, uzlaşmaz bir tarihsel nesnellik ifadesinden çok, bir siyasi savunma uğraşıydı. Hobsbawm, bağımsız ve tarafsız bir yorumcu değildi. Uzun Britanya Komünist Partisi üyeliği sırasında, Sovyet bürokrasisinin Rus Devrimi’nin tarihini ve Lev Troçki’nin rolünü tahrif etmesine hiçbir zaman karşı çıkmamıştı. Hobsbawm, SSCB’ye ilişkin on yıllar boyunca savunduğu resmi Stalinist tarihin yalanlar üzerine kurulu olduğunu hiçbir zaman açıkça kabul etmeden, 2012 yılında, 95 yaşında öldü.
Hobsbawm’a göre, Sovyetler Birliği’nin dağılması, “Aşırılıklar Çağı”na son vermişti. Kapitalizm, 1917’den önce olduğu gibi, bir kez daha “alanında rakipsiz” idi. Toplumun gelecekte önünde sonunda şiddetli çalkantılar yaşaması mümkün olmakla birlikte, kitlesel bir devrimci sosyalist hareketin yeniden ortaya çıkma olasılığı yoktu.
Hobsbawm’ın anlatısı, okurun, insan soyunun bir çıkmaza ulaştığı ve durumun umutsuz olduğu sonucuna varmasına yol açıyordu. Aşırılıklar Çağı’nın sonunda, “Nereye gittiğimizi bilmiyoruz,” diye yazan Hobsbawm, geçmişin deneyimlerinde, gelecek için olumlu bir yol gösterici işlevi görecek hiçbir şey görmüyordu. Tek bir şeyden emindi: Ekim 1917 sosyalist devrimi gelecekteki mücadeleler için bir örnek ya da rehber işlevi göremezdi, görmemeliydi de. “Eğer üçüncü binyılı o temel üzerinde inşa etmeye çalışırsak, başarısız olacağız,” diye yazan Hobsbawm, uzun kitabının son cümlesinde, monoton bir şekilde, “başarısızlığın bedeli, karanlıktır,”[10] diyordu.
Bu kitapta yayımlanan konferanslar ve makaleler, büyük ölçüde, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının dünya sosyalist devrimi çağına nihai olarak son verdiği iddiasına karşı ortaya çıktılar. Ben, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” ve Hobsbawm’ın “Kısa 20. Yüzyıl” savlarına karşı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının, kesinlikle son derece önemli bir olay olmasına karşın, sosyalizmin travmatik sonuna işaret etmediğini ileri sürüyordum. Tarih devam edecekti. Ayrıca, 20. yüzyıl, savaşlara ve devrimlere yol açan yoğun kapitalist krizler çağı olarak tanımlandığı ölçüde, en uygun biçimde, “tamamlanmamış” olarak tanımlanabilir. Yani, insan soyunun 21. yüzyılın başında karşı karşıya olduğu başlıca ekonomik, toplumsal ve siyasal çelişkiler, çoğunlukla, 20. yüzyılın başlangıcında karşı karşıya olunanlar ile aynıdır. Tüm bilimsel ilerlemelere, teknolojik yeniliklere, siyasal altüst oluşlara ve toplumsal dönüşümlere rağmen, 20. yüzyıl, tuhaf biçimde, sonuçsuz bir şekilde sona erdi. Bu yüzyıldaki mücadelelerin altında yatan büyük toplumsal, ekonomik ve siyasal konuların hiçbiri kesin olarak çözülmüş değil. Birinci Dünya Savaşı’nı, Balkanlar’daki devletlerin sınırları üzerine anlaşmazlıklar öncelemiş ve fiilen tetiklemişti. Neredeyse 80 yıl sonra, Yugoslavya’nın dağılması (ABD ve Almanya tarafından kışkırtıldı), devlet egemenliği ve sınırların belirlenmesi üzerine on yıllık kanlı bir çatışmayı harekete geçirdi. I. Dünya Savaşı, 1914’te, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, emperyalist çıkarlara engel olduğu için Sırbistan’daki milliyetçi yönetimi cezalandırma kararıyla başlamıştı. Bundan 85 yıl sonra, 20. yüzyılın sonuna doğru, ABD, Balkanlar’daki sınırların emperyalistler eliyle yeniden düzenlenmesini kabul ettirmek için, Sırbistan’ı acımasızca bombaladı.
Bu, yalnızca, bir “değişmiş gibi gözükse de aslında aynı” durumu değil; daha çok, temel sosyoekonomik ve siyasi konuların, 2014’ün dünyası ile 1914’ünkini birbirine bağlayan ve 20. yüzyıla “tamamlanmamış” karakterini veren uzun süreli kalıcılığının bir örneğidir.
Gelin, karşılaştırma yoluyla, 1800 yılındaki dünyanın, 20. yüzyılın şafağında yılbaşı gecesini kutlayanlara nasıl göründüğünü değerlendirelim. 1800’lü yılların sonuna yaklaşırken, Napolyon Savaşları açık bir şekilde tarih alanına çekilmişti. Fransız Devrimi ile Austerlitz ve Waterloo savaşları, 1900 yılında yaşayanlara, çok farklı bir çağın masalımsı mücadeleleri gibi görünüyordu. Robespierre, Danton ve Napolyon gibi kişilikler insanları etkilemeye devam ediyordu ama onlar, 1900’ün dünyasından uzak bir başka zamana ve tarihsel yere aitlerdi. Onların dünya tarihi üzerindeki etkisi, elbette devam ediyordu ama içinde yaşamış oldukları dünya, 19. yüzyıl boyunca temelden ve köklü biçimde değişmişti. Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da, zemini 18. yüzyıl sonundaki Amerikan ve Fransız Devrimleri tarafından hazırlanmış olan burjuva demokratik ve ulusal devlet sağlamlaştırma süreçleri büyük ölçüde tamamlanmıştı. Sanayi devrimi, ileri ülkelerin ekonomik ve toplumsal yapılarını değiştirmişti. Sınıf mücadelesinin, sanayi kapitalizminin hızlı gelişmesinden ve proletaryanın ortaya çıkmasından kaynaklanan yeni biçimi, feodal aristokrasiler ile yükselen burjuvazi arasındaki eski çatışmaya baskın çıktı. 18. yüzyıl sonundaki büyük mücadelelere yol göstermiş olan genel demokratik ifadelerin yetersizliği, 1848 devrimleri eliyle, acı biçimde görüldü. İnsan Hakları, eski burjuva demokratik devrimlerin; Komünist Manifesto ise yeni proleter sosyalist devrimin dilinde yazılmıştı.
20. yüzyılın başında, politika, birbirine oldukça bağlı bir dünya ekonomisinin gelişmesi temelinde, bütünüyle küresel bir karakter edinmişti. 19. yüzyıl boyunca sağlamlaşmış olan ulus devlet sistemi, en güçlü kapitalist devletler arasında dünya egemenliği uğruna giderek sertleşen bir mücadele biçimini alan, müthiş bir gerginlik içine girdi. 20. yüzyılın ilk on yılında, “emperyalizm” kavramı yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. I. Dünya Savaşı’nın patlamasına giden yıllarda, bu yeni olgunun ve onun toplumsal ve siyasal sonuçlarının ekonomik temelleri dikkatli bir şekilde çözümlendi. Britanyalı ekonomist J.A. Hobson, 1902 yılında, Emperyalizm adlı bir kitap yazdı. Hobson, kitabında şunu ileri sürüyordu: “Emperyalizmin ekonomik kökeni, kendi fazla ürünleri ve fazla sermayeleri için, özel piyasaları kamu zararına ve kamu gücüyle güvence altına alıp geliştirmeye yönelik güçlü örgütlenmiş sanayi ve mali çıkarlar arzusudur.”[11] 1910’da, Avusturyalı Sosyal Demokrat teorisyen Rudolf Hilferding, Mali Sermaye adlı eserinde, emperyalizmin hem doğası gereği demokrasi karşıtı ve şiddet içeren karakterine, hem de devrimci sonuçlarına da dikkat çekiyordu:
Bizzat kapitalist sınıfın faaliyeti, emperyalizm politikasında açığa çıktığı üzere, proletaryayı, zorunlu olarak, yalnızca kapitalizmin nihai yıkılmasıyla son bulacak olan bağımsız sınıf politikası yoluna yönlendirir. Denetimsiz serbest rekabet [laissez-faire – “bırakınız yapsınlar” – çev.] ilkeleri baskın olduğu; devletin ekonomiye müdahalesi ve bir sınıf egemenliği örgütlenmesi biçimindeki karakteri gizlenmiş olduğu sürece, siyasi mücadele gereksinimini ve her şeyden önce de nihai siyasi hedef olan devlet iktidarını ele geçirme gereksinimini anlamak için, nispeten olgun bir kavrayış düzeyi gerekiyordu. O zamanlar, müdahale etmeme politikasının klasik ülkesi olan İngiltere’de, işçi sınıfının bağımsız siyasi eyleminin ortaya çıkmasının bu kadar zor olması rastlantı değildir. Ancak bu durum artık değişiyor. Kapitalist sınıf, devlet aygıtını doğrudan, açık ve somut bir biçimde eline almakta ve onu, siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinin artık en doğrudan kişisel çıkarı olduğunu anlaması gereken her işçi için açık biçimde, kendi sömürücü çıkarlarının aracı haline getirmektedir. Devlete kapitalist sınıf tarafından açıkça el konulması, doğrudan, her proleteri, kendi sömürüsüne bir son vermenin tek yolu olarak siyasi iktidarı ele geçirme uğruna mücadeleye zorlamaktadır.[12]
Dünya savaşının üçüncü yılına girdiği 1916’da, Lenin, emperyalizmin kısa ve öz bir tanımlamasını yaptı:
Emperyalizmin temel ekonomik özelliği, özü, serbest rekabetin yerini tekellerin almasıdır.
… Amerika’daki, Avrupa’daki ve ardından Asya’daki kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizm, son şeklini, 1898-1914 döneminde almıştır. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898), Anglo-Boer Savaşı (1899-1902), Rus-Japon Savaşı (1904-1905) ve 1900 yılında Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz, dünya tarihindeki bu yeni dönemin başlıca tarihsel dönüm noktalarıdır.
… kapitalizmin çürümesi, büyük bir rantiyeler, “kupon kırpma” yoluyla yaşayan kapitalistler tabakasının yaratılmasında kendini dışa vurmaktadır. … sermaye ihracı, doruk noktasına ulaşmış asalaklıktır… Her evresinde siyasi gericilik, emperyalizmin ayırt edici özelliğidir. Büyük çapta yolsuzluk, rüşvet ve her türden dolandırıcılık. … ezilen ulusların bir avuç “Büyük” Güç tarafından sömürüsü…[13]
Troçki, 1915’te yazdığı Savaş ve Enternasyonal’de, çatışmayı, “üretici güçlerin, ulusun ve devletin siyasi biçimine karşı bir isyanı” olarak tanımlar:
Bu, bağımsız bir ekonomik birim olarak ulus devletin çökmesi demektir.
… Savaş, ulus devletin çöküşünü ilan etmektedir. Ancak o, aynı zamanda, kapitalist ekonomik sistemin de çöküşünü açığa vuruyor. Kapitalizm, ulus devlet yoluyla, tüm dünya ekonomik sistemini devrimcileştirmiştir. Tüm yeryüzünü, çevrelerinde büyükler arasındaki rekabetten geçinen uyduların, küçük ulusların gruplaştığı, büyük güçlerin oligarşileri arasında paylaştırmıştır. Dünya ekonomisinin kapitalist temelde gelecekteki gelişimi, tek ve aynı kaynaktan, yeryüzünden edinilmesi gereken, sürekli yeni kapitalist sömürü alanları uğruna aralıksız bir mücadele demektir. Militarizm bayrağı altındaki ekonomik rekabete, ekonominin temel ilkelerini çiğneyen bir yağma ve yıkım eşlik ediyor. Dünya üretimi, yalnızca ulusal ve devletsel bölünmüşlüğün yol açtığı karmaşaya değil ama aynı zamanda, şimdi barbarca düzensizliğe ve kaosa dönüşmüş olan kapitalist ekonomik örgütlenmeye de isyan ediyor.[14]
Bu yazılarda, günümüzdeki uluslararası jeopolitika sözlüğüyle ve terminolojisiyle karşılaşıyoruz. Onlarda betimlenen dünyayı, bizim içinde yaşadığımız dünya olarak kabul edebiliriz. Kapitalizmin, oligarşik seçkinlerin, küresel çıkarlar peşinde koşan dev şirketlerin ve otoriter rejimlerin dünyası. Bu eserler, bizim hala içinde yaşadığımız bir savaşlar ve devrimler çağının şafağında yazılmıştı. 20. yüzyılın çatışan düşüncelerinin, günümüzü anlamamız ve geleceğe ilişkin beklentilerimiz üzerinde kapsamlı sonuçları bulunuyor. “Tarihin Sonu” savı, teslimiyeti ve kayıtsızlığı meşrulaştırmaktadır. “Kısa 20. Yüzyıl” ise, sosyalizm uğruna devrimci mücadelenin kaçınılmaz yenilgisi ve nihai boşunalığı anlatısıyla, dosdoğru uygarlığın ortadan kalkması tehlikesi oluşturan bir felakete giderken bile, her zaman kitlesel muhalefetin ortaya koyabileceği her şeyi ezmeye yetecek güce sahip olacak bir kapitalist dünyada varoluşsal bir umutsuzluk havası yaymaktadır.
“Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl” kavrayışı, bu küçük burjuva aydınların tarih dışı kötümserliğini reddeder. “Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl”, insanlığın, sürmekte olan ve sonuçlanmamış bir çatışmanın ortasındaki yerini saptar. Ağustos 1914’te başlamış olan küresel krizin sonucu henüz belli değildir. İnsan soyunun karşı karşıya olduğu tarihsel seçenekler, Rosa Luxemburg tarafından yaklaşık yüzyıl önce, I. Dünya Savaşı’nın ortasında saptanmıştı: “Ya emperyalizmin zaferi ve tüm kültürün yıkımı; antik Roma’da olduğu gibi nüfusun azalması, kasvet, yozlaşma, büyük bir mezarlık ya da sosyalizmin zaferi; yani uluslararası proletaryanın emperyalizme karşı bilinçli mücadelesi.”[15] Marksistlere göre, tarihsel olasılıklara yönelik bilimsel bir değerlendirmede, varoluşsal umutsuzluk kategorisine yer yoktur. Bizler, var olan koşulları, tüm karmaşıklıklarıyla, kavranabilecek ve onlara göre davranılabilecek olan (ve öyle olması gereken) yasaların belirlediği sosyoekonomik çelişkilerin geçici dışavurumları olarak anlıyoruz. Yirminci yüzyılın “tamamlanmamış” karakterinin anlaşılması, onun tarihinin incelenmesine büyük önem verir. Biz, geçmişin toplumsal altüst oluşlarını ve mücadelelerini, dersleri uluslararası sosyalist hareket tarafından derinlemesine özümsenmesi gereken son derece önemli stratejik deneyimler olarak görüyoruz.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının önemine ilişkin bu çatışan yorumların formüle edilmesinden bu yana yirmi yıldan uzun bir süre geçti. Peki, onların hangisi zamana yenik düşmedi? Tarih, Fukuyama’nın beklentisinin tersine, SSCB’nin dağılmasının ardından herhangi bir sona erme belirtisi göstermiyor. Onun başlıca iddialarından biri, “Tarihin Sonu”nun savaşların sıklığında bir azalma eliyle karakterize edileceği idi. Fukuyama, Hume’a, Kant’a ve Schumpeter’a yaptığı bilgili göndermelerle, liberal demokrasinin barışçıl olduğunu ileri sürmüş ve şu kehanette bulunmuştu: “Liberal demokrasi, insanın doğal saldırganlık ve şiddet içgüdüsünü sınırlamamış ama bizzat bu içgüdüleri temelden dönüştürmüş; böylece savaş dürtüsünü ortadan kaldırmıştır.”[16]
Bay Fukuyama, defolu bir kristal küreye bakıyordu. RAND’ın uzmanı Sovyetler sonrası bir evrensel barış hayali kurarken, ABD, dünyanın baskın gücü olarak kendi konumuna yeni bir rakibin ortaya çıkmasına izin vermeyeceğini ilan ediyordu. Bu yeni stratejik doktrin, savaşın, ABD jeopolitikasının temel aracı olarak kurumsallaştırılmasını gerektirdi. Dolayısıyla, 1990’lı yıllarda, ABD askeri harekatlarının sürekli tırmandığına tanık olundu. O on yıl, Irak’ın ilk istilası ile başladı ve Sırbistan’a yönelik vahşi bombardıman ile sona erdi.
Bush yönetimi, kuşkulu kökenleri ve nasıl olduğu hiçbir zaman yeterince açıklanmamış olan 11 Eylül 2001 trajedisinden, sonu gelmeyen ve sürekli yayılan bir “Terörle Mücadele”yi ilan etmek için yararlandı. Çılgınca “terörist” avı, Obama yönetimi altında, tüm gezegeni (aynı zamanda uzayı da) ABD askeri operasyonları için olası bir alan haline getiren dizginsiz jeopolitik arzularla birleşti. Sovyet sonrası emperyalist militarizm patlamasıyla yaratılan kaosun yol açtığı büyük insani maliyet, dünyadaki sığınmacı sayısının, II. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana en yüksek sayıya ulaşacak şekilde, bugün (Temmuz 2014) 50 milyonu aşmasında görülmektedir.[17] Toplam sığınmacıların dört milyondan fazlası, Washington’ın Orta Asya’ya canice saldırısının başlıca hedefi olan Afganistan’dan ve Pakistan’dandır.
Liberal demokrasinin, Fukuyama tarafından zaferinin ilan edilmesinden bu yana her yerde, öncelikle de ABD’de, kriz içinde olduğu giderek daha açık hale gelmiş durumda. Amerikan devleti her zamankinden daha fazla, kontrol edilemez bir Leviathan karakteri ediniyor. İnsan Hakları Beyannamesi’nin içi boşaltılıyor. ABD hükümeti, yurttaşları üzerinde, yalnızca onları gizlice dinlemekle ve yaşamlarının en özel yanları hakkında bilgi toplamakla kalmayıp, hukuka aykırı bir şekilde öldürme hakkı olduğunu iddia ediyor ki bu, bir kuşaktan kısa bir süre önce neredeyse düşünülemezdi. Eric Hobsbawm’ın “Kısa 20. Yüzyıl”ına gelince, onun entelektüel raf ömrünün, muhtemelen yazarının hayal edebildiğinden daha kısa olduğu görüldü. 21. yüzyıl daha başlamadan, onun 1900’lerin tarihsel sorunları ile meşgul olacağı açık hale geldi. 20. yüzyıl, her zamankinden uzak bir geçmişe çekilmek şöyle dursun, nasıl ödeneceğini hiç kimsenin bilmediği büyük bir borç karakteri edinmiş durumda.
* * *
Bu ödenmemiş borç, tarihin günümüzün siyasi gündemleri doğrultusunda değiştirilmesi yönündeki aralıksız talepler biçiminde faiz topluyor. Bu tarih (ya da doğru bir şekilde söylemek gerekirse, “sahte tarih”) çalışması, her zamankinden daha kaba bir şekilde egemen sınıfın mali ve siyasal çıkarlarına tabi kılınıyor. Tarih ile propaganda arasındaki ayrım sistematik olarak siliniyor.
Tarihin propagandaya indirgenmesinin sonucu, 20. yüzyıla ilişkin bir başka yaklaşımın yaratılması oldu. “Tarihin Sonu” ve “Kısa 20. Yüzyıl”, yerlerini “Uydurma 20. Yüzyıl”a bırakıyor. Bu okulun yaratılması, tarihsel kayıtların örtbas edilmesini, çarpıtılmasını ve açıkça tahrif edilmesini kapsamaktadır. Bu projenin amacı, 20. yüzyıl kapitalist emperyalizminin en berbat suçlarını aklayıp meşrulaştırırken, uluslararası sosyalist hareketin tüm mücadelesine suçlu muamelesi yapmak ve onu manevi açıdan gayrimeşru hale getirmektir.
Tarihe ilişkin bu sağcı gözden geçirme uygulamasında, Ekim 1917 sosyalist devrimi, 20. yüzyılın, kaçınılmaz ve hatta meşru bir şekilde Hitler’in Nazi rejimini ve Holokost’u (Yahudi Soykırımı) kapsayan tüm sonraki dehşetlerin izlediği başlıca suçu olarak sergilenmektedir. 20. yüzyıl tarihinin böylesi kaba bir şekilde çarpıtılması, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önce, özellikle de Almanya’da, entelektüel olarak gayrimeşru ve aşağılanmaya layık olarak değerlendirilirdi.
Almanya, 1980’lerin ortalarında ve 1990’ların başlarında, tarihçi Ernst Nolte’nin bir makalesinin yayımlanmasının kışkırttığı ünlü bir “Tarihçiler Çatışması”na(Historikerstreit)sahne oldu. Nolte, Nazi rejiminin suçlarının Ekim Devrimi’ne, 1918-21 Rus İç Savaşı’na ve Sovyet Bolşevizminin barbarlığına yönelik anlaşılabilir bir karşılık olarak görülmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Üçüncü İmparatorluk’un anlayışlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi çağrısı yapan Nolte, Nazilerin eylemlerinin “Rus Devrimi sırasında gerçekleşmiş olan imha eylemlerine korku yoluyla tepki” olduğunu yazdı. Nolte, yazısını şöyle sürdürüyordu: “Üçüncü İmparatorluk’un şeytanlaştırılması kabul edilemez. Üçüncü İmparatorluk tüm insaniyetten yoksun bırakılınca, şeytanlaştırmadan söz edebiliriz (insaniyet, basitçe, insani olan her şey sonludur; dolayısıyla ne bütünüyle iyi, ne de bütünüyle kötü, ne bütünüyle aydınlık, ne de bütünüyle karanlık olabilir, anlamında bir sözcüktür).”[18]
Nolte’nin yazıları, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri, Alman akademi kurumunun bir üyesinin Hitler’in ve Üçüncü İmparatorluk’un savunusuna yönelik en açık girişimini temsil ediyordu. Nolte, Avrupalı Yahudilerin acımasızca tasfiye edilmesini bile, Siyonist Dünya Kongresi’nin önderi Chaim Weizmann’ın, 1939’da, Yahudilerin Britanya ile birlikte Almanya’ya karşı savaşması gerektiğini açıklamış olmasıyla gerekçelendirdi.[19] Nolte, Martin Heidegger’in 1992’de yazılmış son derece taraflı biyografisinde, bu düşünürün antisemitizmi (Yahudi karşıtlığı) ve Nazizmi benimsemesini savundu. “Alman Ulusal Sosyalizm devrimi, [komünizm ile] karşılaştırıldığında, hedeflerinde (Almanya’nın onurunu ve hak eşitliğini yeniden inşa etme) alçak gönüllü ... hatta yetersiz ve yöntemlerinde ılımlıydı.”[20]
Nolte’nin yazıları, Alman ve Amerikalı akademisyenler içinde ilkeli bir muhalefet ile karşılaştı. O, Nazizm adına tarihsel özürler bulmaya kalkışma ile suçlandı ve bir bilim insanı olarak saygınlığı paramparça oldu. Ancak bugün, Nolte’nin yıldızı yükselişte. Artık 91 yaşında olan Nolte, zamanı nihayet gelmiş bir peygamber olarak selamlanıyor. Almanya’daki en büyük tirajlı haber dergisi Der Spiegel, 14 Şubat 2014 tarihli sayısında, Nolte’nin görüşlerinin doğruluğunun kanıtlanmış olduğunu iddia ettiği bir kapak konusu yayımladı. Der Spiegel, Hitler’in suçlarının, Stalin’inkiler ile karşılaştırıldığında, hafif göründüğünü ileri sürüyordu. Der Spiegel’in röportaj yaptığı tarihçiler arasında, Berlin’deki saygın Humboldt Üniversitesi’nin Doğu Avrupa Araştırmaları bölümünün başkanı olan Profesör Jörg Baberowski de vardı. Görüşlerine her zaman katıldığı Nolte’yi savunan Baberowski, şunları ilan etti: “Hitler psikopat değildi, kötü biri değildi. Masasında, Yahudilerin ortadan kaldırılması hakkında konuşulmasını istemiyordu.”[21] Nolte’nin, Üçüncü İmparatorluk’un suçlarının çapını ve benzersiz karakterini küçük gösterme çabalarına hak veren Baberowski, “Tarihsel olarak konuşmak gerekirse, o haklıydı,”[22] diye belirtti.
Nolte hangi konuda haklıydı? Der Spiegel’in röportaj yaptığı Nolte, Hitler’in, Britanya ile Polonya’nın inatçılığı yüzünden savaşa zorlandığını iddia etmişti. Ama hepsi bu değil. Der Spiegel, Nolte’nin, bazı Bolşevikler Yahudi olduğu için, “Yahudilere ‘gulag’daki kendi payları’nı yükleme konusunda ısrar ettiğini” belirtiyordu. Bu mantık temelinde, Yahudiler, Auschwitz’ten, en azından kısmen sorumluydular. Nolte’nin pervasızlığından biraz şaşırmış olan Der Spiegel, onun düşüncesinin, “uzun süredir Yahudi karşıtlarının bir savı” olduğunu kabul etti.[23] Ancak Der Spiegel’in eleştirisinin boyutu bu kadardı ve Nolte ile Baberowski’nin açıklamaları, neredeyse hiçbir resmi protesto ile karşılaşmadı. Nolte’nin ve Baberowski’nin savlarının ciddi bir meydan okuma olmaksızın ortaya konulması, yalnızca düşünsel değil ama aynı zamanda siyasi süreçlerin bir ifadesidir. Geçtiğimiz yıl boyunca, Alman militarizminin yeniden canlandırılmasına halk desteği sağlamaya yönelik kararlı bir siyasi kampanya söz konusuydu. Ülkenin Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un öncülüğünde, önde gelen gazeteler, Alman halkının II. Dünya Savaşı sonrası barışçılığın üstesinden gelmesini ve Almanya’nın, sınırlarının ötesinde askeri operasyonları gerektiren meşru büyük güç çıkarlarına sahip olduğunu kabul etmesini talep ediyorlar.
Dikkat çekici bir biçimde, Almanya’nın bir kez daha “parlak konumunun” peşinde koşmasına yönelik çağrıların canlanmasına, tarihe ilişkin, I. Dünya Savaşı’nın patlamasının başlıca sorumluluğunun İmparator II. Wilhelm yönetimine ait olduğu biçimindeki köklü görüş birliğini itibarsızlaştırmaya yönelik çabalar eşlik ediyor. Bu görüş birliği, tarihçi Fritz Fischer’in çığır açan yetkin çalışması, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndaki Hedefleri’nin(Griff nach der Weltmacht - Dünya Gücüne Uzanma), 1961’de yayımlanmasına dayanıyor. 1999’da ölmüş olan Fischer, şimdi, bir bilim insanı olarak saygınlığını ölümünden sonra ortadan kaldırmayı amaçlayan aralıksız saldırıların hedefi konumunda.
Ukrayna’da sürmekte olan kriz, tarihin güncel jeopolitik gündemlere tabi kılınmasını örneklemektedir. ABD’nin ve Almanya’nın, faşist örgütlerin büyük bir rol oynadığı Şubat 2014’teki sağcı darbeyi demokratik bir devrim olarak pazarlaması, tarihsel kayıtların alenen tahrif edilmesi eliyle kolaylaştırılmıştır. Bu süreç, elinizdeki kitabın sondan bir önceki bölümünün konusudur.
* * *
Bu kitap, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi tarafından, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını izleyen çarpıtmaya ve tahrifata karşı tarihsel gerçeğin savunusu uğruna geçtiğimiz yirmi yıl boyunca verilmiş mücadelenin bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu, Troçkist hareketin oldukça iyi hazırlandığı bir mücadeleydi. Troçkistler, 1923’te Sol Muhalefet’in oluşturulmasından beri, Stalinist bürokrasinin yalanlarına karşı Ekim Devrimi’nin tarihsel sicilini ve mirasını savunmak zorunda kalmışlardı. Ekim Devrimi’nin programına ve ilkelerine karşı bürokratik gericilik, Rus sosyal demokrat hareketi içinde 1917 öncesinde yaşanan hizip mücadelelerinin –Troçki’yi Lenin’in müzmin karşıtı gibi göstermek amacıyla– çarpıtılmasıyla birlikte, 1920’lerin başlarında başlamıştı. Ardından, Troçki’nin düşünceleri, onu Rus köylülüğünün şiddetli düşmanı gibi göstermek için, kasıtlı olarak yanlış tanıtıldı. Troçki’nin 1927’de Rusya Komünist Partisi’nden çıkartılmasından ve 1929’da Rusya’dan sürülmesinden sonra, Sovyet tarihindeki her olay, Stalinist rejimin siyasi çıkarlarına uygun olarak tahrif edildi. Sergey Ayzenştayn bile, 1927’de çektiği sinema başyapıtı Dünyayı Sarsan On Gün’ü, Petrograd’daki Ekim 1917 ayaklanmasını örgütlemiş ve ona önderlik etmiş olan Troçki’nin görüntüsü olmayacak şekilde kesmek zorunda kalmıştı.
Troçki’yi iktidardan uzaklaştırmak ve Ekim Devrimi’nin dayandığı sosyalist enternasyonalizm programını reddetmek için başvurulan 1920’lerdeki yalanlar ve tahrifat, 1930’larda, işçi sınıfının iktidarı almasına önderlik etmiş, Komünist Enternasyonal’i kurmuş ve Sovyetler Birliği’ni yaratmış olan Marksistler kuşağının kitlesel olarak ortadan kaldırılması için görünüşte yasal bir duman perdesi olarak Stalin tarafından sahneye konan Moskova Duruşmaları komplolarına dönüştüler. Tarih hakkındaki yalanlar, Troçki’nin açıklamış olduğu gibi, siyasi gericiliğin ideolojik çimentosu olarak son derece önemli bir rol oynarlar. İster yargısal komplolar, devlet ve medya propagandası isterse ahlaksız küçük burjuva akademisyenlerin tarihsel kayıtları çarpıtması biçiminde olsun, onların amacı, egemen seçkinlerin suçlarını meşrulaştırmak, kamuoyunu yanlış yönlendirmek ve geniş halk kitlelerini, kapitalist sisteme karşı etkili ve devrimci bir mücadele başlatmak için gereken bilgiden mahrum bırakmaktır. Dolayısıyla, tarihin tahrif edilmesine karşı mücadele, siyasi faaliyetin ikincil ya da isteğe bağlı bir bileşeni değildir. Tarihsel gerçeğin, özellikle de Ekim Devrimi’ne ve uluslararası sosyalist hareketin 20. yüzyıldaki stratejik deneyimlerine ait gerçeklerin savunusu, işçi sınıfı içinde sosyalist bilincin canlanması için gereklidir.
Sovyetler Birliği’nin son yıllarında, ülkenin dört bir yanında, halkın Rus Devrimi’nin tarihine olan ilgisinde hızlı bir artış söz konusuydu. On yıllar süren baskının ardından, Troçki hakkındaki makaleler ve daha önemlisi Troçki’nin eserleri yaygın biçimde erişilebilir hale gelmişti. Bu gelişme, Sovyet önderliği içinde kaygıya yol açtı. Halkı, ileriye giden tek yolun piyasa ekonomisinin yeniden uygulanması olduğuna inandırmaya çalışan Stalinist bürokrasinin ısrarcı kapitalizm yanlısı yöneliminin tersine, Troçki’nin yazıları ve Dördüncü Enternasyonal’in Stalinizme karşı mücadelesi, bürokratik rejime sosyalist bir alternatifin mümkün olduğunu ortaya koyuyordu.
Kremlin’in SSCB’nin dağıtılmasını gerçekleştirmedeki başlıca amaçları arasında, işçi sınıfı içinde sosyalist bir perspektifin yeniden ortaya çıkmasını engellemek vardı. Bu yüzden, SSCB’nin dağıtılmasına, Sovyetler Birliği’nin en baştan itibaren başarısızlığa mahkum bir girişim olduğu iddiası üzerine odaklanmış yeni bir tarihsel tahrifat kampanyası eşlik etti. Bu yeni “Sovyet Sonrası Tarihsel Tahrifat Okulu”nun ortaya çıkması, Fukuyama’nın, Malia’nın ve Hobsbawm’ın yazılarındaki ile aynı yörüngede ilerledi. Onların hepsi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının Ekim Devrimi’nin kaçınılmaz sonucu olduğu ve başka bir sonucun mümkün olmadığı temel mesajını veriyordu. Stalinizm, Ekim Devrimi’nin saptırılması değil; gerekli sonucuydu. Hiçbir alternatif yoktu.
Bu kitapta yer alan konferanslar ve makaleler, “Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl” kavrayışını geliştirirken, tarihsel kayıtların, Stalinizme bir alternatifin olduğunu kesinlikle kanıtladığı konusunda ısrar etmiştir. Hobsbawm’ın, Stalinizme herhangi bir alternatifin saçma ve entelektüel olarak gayrimeşru bir karşı olgusal tarih uygulaması olduğu iddiasına meydan okudum. Hobsbawm, “Tarih neyin olduğundan başlamalıdır. Gerisi spekülasyondur,”[24] diye yazmıştı.
Bu cümleye özellikle dikkat çekiyorum; çünkü Sovyetler Birliği’nin tarihine yönelik yaygın ve sinsi bir yaklaşımı simgeliyor. Hobsbawm, tarihsel malzemenin açıkça tahrif edilmesine başvurmuyor. Ancak önemli olguları gizleyerek ve eksik bir sicil sunarak, tarihsel gerçeğe karşı suç işliyor. Hobsbawm’ın eksik bıraktıkları, tarihin çarpıtılmasına katkıda bulunmaktadır.
Ne yazık ki, konferansların ve makalelerin çoğunda, yalnızca tarihsel gerçeklere ilişkin eksikleri değil ama kaba çarpıtmaları da ele almak zorunda kaldım. Kendilerine tarihçi adını veren kimi bireylerin, açıkça yanlış açıklamaları yazıya dökebilmedeki ve böylece gelecek kuşaklara kendi entelektüel samimiyetsizliklerinin kanıtı#305;nı bırakabilmedeki utanmazlıkları karşısında hayrete düştüğüm zamanlar oldu.
Tarih incelemesi ve yazımı üzerindeki toplu etkisi tam anlamıyla yıkıcı olan çeşitli postmodernizm okulları, bu tahrifat pratiğine suç ortaklığı yapmıştır. Felsefedeki bu gerileme ile tarih tahrifatı arasındaki bağlantı abartılı değildir. Gelin, bir kez daha, Michel Foucault’nun öğrencisi olan Profesör Baberowski’nin eserine gönderme yapalım. Baberowski, Der Sinn der Geschichte (Tarihin Anlamı) adlı eserine yol gösteren yöntemi şöyle betimliyordu:
Gerçekte, tarihçi, geçmişle değil; yalnızca onun yorumuyla ilgilenir. Tarihçi, gerçeklik dediği şeyi geçmişte yaşamış olan insanların dile getirdiklerinden ayıramaz. Çünkü onu üreten bilinçten ayrı bir gerçeklik yoktur. Kendimizi, Rus Devrimi’nin gerçekte ne olduğunu, olayların belgeler üzerinden bize aktarılmış yeniden kurgusu yoluyla anlayabileceğimiz düşüncesinden kurtarmalıyız. Temsili olmayan bir gerçeklik yoktur. Tarihçi olmak, Roger Chartier’in sözleriyle, temsiller alanını incelemek demektir.[25] (Vurgu sonradan eklendi)
Baberowski, nesnel olarak var olmuş bir geçmişin doğru yeniden kurgusu olarak tarih yazımının reddini meşrulaştırmak için, idealist tekbenciliğin en aşırı savına (“düşüncenin dışında ve ondan ayrı bir nesnel gerçeklik yoktur”) başvurmaktadır. O, bize, tarihin yalnızca öznel kurgular olarak var olduğunu anlatıyor. Ona göre, bir zamanlar olduğu haliyle toplumsal, ekonomik ve siyasal koşulları tam olarak betimleyen nesnel tarihsel bir gerçek yoktur. O tür bir tarihsel gerçeklik Baberowski’yi ilgilendirmiyor. Baberowski, “Tarih, yalnızca tarihçi tarafından kurgulanmış öncüllere hizmet etmesi durumunda doğrudur,” diyor.[26] Tarihin bu şekilde alçaltılması, örneğin Hitler’in cani rejimine yeniden saygınlık kazandırma gibi öznel olarak tasarlanmış gündemlere hizmet etmeye yönelik düzmece anlatıların yazılmasını uygun bulur. Profesör Baberowski’nin Ernst Nolte gibileri ile işbirliği yapması, rastlantı değildir.
Gelecek kuşaklar, Jean-François Lyotard, Richard Rorty ve Foucault gibi, “burjuva düşüncenin bodrum katından bulunup çıkartılmış”[27] kavramlarla çalışan felsefi gericilerin 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında nasıl olup da böylesi temelsiz ve tehlikeli bir etki oluşturduğunu anlamak için uğraşacaklar. Eğer bu kitapta yer alan felsefi konularla ilgili konferanslar ve makaleler gelecekteki bilim insanlarının bu postmodernist salgının siyasi ve toplumsal patolojisini anlamasına yardımcı olursa, çok memnun olurum.
Bu kitaptaki polemikçi yaklaşımın, hem konuya hem de içinde yaşadığımız döneme uygun olduğunu düşünüyorum. Tarih bir savaş alanı haline gelmiş durumda. Marx, “Tüm ölü kuşakların geleneğinin ağırlığı, yaşayanların beynine bir kabus gibi çöküyor,”[28] diye yazmıştı. Yeni yüzyıla girdikten 15 yıl sonra, ne politikacılar ne de tarihçiler, kendilerini bir önceki yüzyılın kabuslarından kurtarabiliyor. 21. yüzyılın sürekli artan çatışmaları ve krizleri, kaçınılmaz şekilde, 20. yüzyıl tarihi üzerine tartışmalara sıçramış durumda. Güncel siyasi mücadeleler tarihsel konuları anımsatırken, bu konuların ele alınması giderek daha açık bir şekilde siyasi değerlendirmeler eliyle belirleniyor. Geçmiş, günümüz siyasi gericiliği yararına tahrif ediliyor. Bu kitabın, 20. yüzyıl tarihine ilişkin en bariz tahriflerin en azından bazılarını açığa vurarak, geleceğin devrimci mücadelelerinde bir silah olabileceğini umuyorum.
* * *
Bu kitapta sunulan malzeme, az sayıda istisnayla, tarih sırasına göredir. Bu, okurun, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin 20 yıl boyunca tarihsel konular üzerindeki çalışmasını izlemesine olanak tanır. Normal yayına hazırlık sürecinin bir parçası olarak, konferansların sıkça inişli çıkışlı ifadelerini okurlar için kolay anlaşılabilir hale getirmenin gerektiği yerlerde, biçimsel değişiklikler yaptım.
Konferanslar ve makaleler, uluslararası düzeydeki ve ABD’deki Troçkist harekette yer alan yoldaşlarla ve aynı düşünceyi paylaşan kişilerle geliştirmekten memnun olduğum sıkı işbirliğinin yararlarını yansıtmaktadır. Alman işçi hareketinin trajik ve üzücü tarihi üzerine, yaklaşık 40 yıldır, Toplumsal Eşitlik Partisi’nin [Partei für Soziale Gleichheit (PSG); artık Sozialistische Gleichheitspartei / Sosyalist Eşitlik Partisi (SGP) – çev.] Ulusal Sekreteri Ulrich Rippert ile tartışıyor ve birlikte çalışıyorum. Rus ve Sovyet tarihi üzerine bilgisi yıllardır yararlandığım entelektüel bir kaynak olan Frederick S. Choate’nin yardımına minnettarım. Mehring Books’un, farklı bölümlerden uyumlu ve yararlı bir kitap oluşturmayı başaran yorulmak bilmez redaksiyon ekibi Jeannie Cooper’a ve Heather Jowsey’e teşekkür ediyorum. Ayrıca, bu kitaptaki birçok konferansı ve makaleyi nihai biçimlerini alırken gözden geçirmede sergilediği özenden dolayı, Avustralya’daki Sosyalist Eşitlik Partisi’nden Linda Tenenbaum’a da teşekkür etmek istiyorum.
Son olarak, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin tarihe ilişkin çalışmasının gelişiminde Sovyet-Rus tarihçi ve toplumbilimci Vadim Rogovin tarafından oynanmış olan role dikkat çekmem gerekiyor. Onunla ilk kez, Şubat 1993’te Kiev’de buluşmuştuk. Kısa süre önce, Sol Muhalefet’in 1923-1927 yılları arasında Stalinist rejime karşı vermiş olduğu mücadeleye ilişkin, “Bir Alternatif Var mıydı?” adlı bir çalışmayı tamamlamıştı. Vadim, orada ve Moskova’da yaptığımız tartışmalar sonucunda, “Sovyet Sonrası Tarihsel Tahrifat Okuluna Karşı Uluslararası Karşı Saldırı”yı geliştirmek için Uluslararası Komite ile birlikte çalışmaya karar verdi. 1994’te, ileri derecede kanser ile sarsılmış olmasına rağmen, dünyanın dört bir yanında, Uluslararası Komite tarafından düzenlenen toplantılarda konferanslar verdi. Vadim’in Lev Troçki’nin Stalinizme karşı mücadelesine ilişkin incelemesi yedi cilt oluşturacak şekilde genişledi. Bugüne kadar, Sovyetler Birliği üzerine 1991’den sonra yazılmış, tarih literatürünün bu başyapıtına tarz ve içerik olarak yaklaşan başka bir eser bulunmuyor.
Vadim ile aynı kürsüyü, son kez Ocak 1998’de paylaştım. Sosyalist Eşitlik Partisi tarafından düzenlenen Uluslararası Okul’da konferans vermek üzere, eşi Galya ile birlikte, Avustralya’nın Sidney kentine gelmişti. Vadim, konferansının sonunda, tarih çalışmasının son cildini Uluslararası Komite’ye ithaf ettiğini açıkladı. Vadim, sekiz ay sonra, 18 Eylül 1998’de, 61 yaşında, Moskova’da öldü. Bu kitabı, bu tarihsel gerçeklik savaşçısının anısına adıyorum.
David North
12 Temmuz 2014
The National Interest 19, Yaz 1989, s. 3.
Francis Fukuyama, The End of History and the Last Man [Tarihin Sonu ve Son İnsan]; The Free Press, New York, 1992, s. 46.
Age., s. 299.
Martin Malia, The Soviet Tragedy [Sovyet Trajedisi]; The Free Press, New York, 1994, s. 514.
Age.
Age., s. 225.
Age., s. 520.
Eric Hobsbawm, The Age of Extremes; Pantheon Books, New York, 1994, s. 5.
Age., s. 8.
Age., s. 585.
J.A. Hobson, Imperialism: A Study [Emperyalizm: Bir İnceleme]; Cambridge University Press, Cambridge, 2010, s. 113.
Rudolf Hilferding, Finance Capital; Routledge & Kegan Paul, Londra, 1981, s. 368.
V.İ. Lenin, Collected Works [Toplu Eserler], Cilt 23; Progress Publishers, Moskova, 1964, s. 105–106.
Lev Troçki, The War and the International; A Young Socialist Publication, Colombo, June 1971), s. vii-viii.
Rosa Luxemburg, The Junius Pamphlet [Junius Broşürü]; Young Socialist Pamphlet, Colombo, tarihsiz, s. 17.
Fukuyama, The End of History and the Last Man, s. 263.
Bkz. http://www.bbc.com/news/world-27921938
Ernst Nolte, “Between Historical Legend and Revisionism? The Third Reich in the Perspective of 1980” [“Tarihsel Söylence ile Revizyonizm Arasında: 1980 Perspektifinden Üçüncü İmparatorluk”]; Bkz. Forever In the Shadow of Hitler? [Sonsuza Kadar Hitler’in Gölgesinde mi?], James Knowlton; yayıma hazırlayan: Truett Cates; Humanity Books, Amherst, New York, 1993, s. 14–15.
Akt. Geoffrey Eley, “Nazism, Politics and the Image of the Past: Thoughts on the West German Historikerstreit 1986–1987” [Nazizm, Politika ve Geçmişin Görüntüsü: 1986-1987 Batı Alman Tarihçiler Çatışması Üzerine Düşünceler]; Past and Present, No. 121, Kasım 1988, s. 175.
Ernst Nolte, Martin Heidegger: Politik und Geschichte im Leben und Denken [Martin Heidegger: Yaşamda ve Düşüncede Siyaset ve Tarih], akt. Richard Wolin, The American Historical Review Cilt 98, No. 4, Ekim 1993, s. 1278.
Bkz. http://www.spiegel.de/international/world/questions-of-culpability-in-wwi-still-divide-german-historians-a-953173.html
Agy.
Agy.
Eric Hobsbawm, On History [Tarih üzerine]; Weidenfeld & Nicolson, Londra, 1997, s. 249.
Jörg Baberowski, Der Sinn der Geschichte: Geschichtstheorien von Hegel bis Foucault; C.H. Beck, Münih, 2005, (İngilizceye çeviren D. North), s. 22.
Age., s. 9.
G.V. Plehanov tarafından türetilmiş ifade.
Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works [Toplu Eserler], Cilt 11; International Publishers, New York, 1979, s. 103.