Christoph Vandreier
Neden Geri Döndüler

Giriş

Timur Vermes’in çok satan kitabı Bakın Kim Döndü? (Er ist wieder da)2012’de çıktı ve üç yıl sonra da beyaz perdede büyük başarı elde etti. Burada Adolf Hitler, Berlin’in merkezindeki eski Reich Şansölyesi Ofisi’ne geri döner. Başlangıçta, Brandenburg Kapısı’ndaki turistler tarafından fotoğrafları çekilen ilginç bir figür olarak etrafı şaşkın şaşkın dolaşır. Ama çok geçmeden çağdaş toplum içindeki yerini bulur. Magazin basınınca keşfedilir, söyleşi programlarına davet edilir ve “Führer” bir kez daha popüler hale gelerek yeni siyasal koşullara ayak uydurur. Dresden’deki Pegida gösterileri ve Avrupa’nın dört bir yanından derlenmiş faşist miting görüntüleri filmin son sahnelerinde harmanlanmıştır. Arkadan Hitler’in şunu söyleyen sesi duyulur: “Bununla çalışabiliriz.”

Filmin gösterime girmesiyle birlikte bu sahnelerdeki başarılı hiciv pek çok sinema izleyicisini kahkahaya boğdu. Ama onlardan çok azı 1930’ların dehşetine geri dönmenin gerçek bir olasılık olduğuna inanıyordu. Başka hiçbir ülkede faşizm karşıtı eğitim okul müfredatında bu kadar önemli bir yer işgal etmez. Nazilerin vahşetini ve Holokost’u hatırlatan anıtlar, müzeler ve abideler her yerde bulunabilir. Almanya’nın iç istihbarat teşkilatı, demokratik anayasal düzeni otoriter tehditlerden koruduğu iddiasıyla resmi olarak “Anayasayı Koruma Federal Bürosu” (Verfassungsschutz) olarak adlandırılmıştır.

Bununla birlikte Chemnitz’teki olaylardan sonra, milyonlarca insan onların –faşistlerin– gerçekten geri döndüklerinin artık farkındalar. 26 ve 27 Ağustos 2018’de binlerce neo-Nazi, aşırı sağcı ve yandaşları, Saksonya’da şehrin sokaklarında yürüdüler. Yabancı düşmanı sloganlar atıp göçmen avına çıktılar; Nazi selamı vererek bir Yahudi restoranına saldırdılar. Gösterinin en önünde, sahip olduğu doksan milletvekiliyle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Bundestag’da (federal meclis) temsil edilen ilk aşırı sağcı parti olan Almanya İçin Alternatif’in (AfD) önde gelen isimleri yer alıyordu. Ardından, Chemnitz’te, siyasi muhaliflere ve sığınmacılara yönelik saldırılar düzenlemeyi planlayan sağcı bir terör hücresinin kurulmuş olduğu ortaya çıktı.

AfD henüz kitlesel bir parti değil. Ülkenin dört bir yanından gelerek Chemnitz’te toplanan faşist çete de Hitler’in emrinde şiddet saçan güruhların ölçeğine henüz ulaşmadı. Fakat günümüz neo-Nazileri, devlet aygıtının önemli kesimlerinin desteğinden yararlanıp, bunlar tarafından bilinçli olarak güçlendiriliyor ve besleniyorlar.

Kasım 1932 seçimlerinin ardından, NSDAP (Ulusal Sosyalist Alman İşçi Partisi), çoktan kitlesel bir parti olmasına rağmen derin bir krize girmişti. Naziler, sonunda, Ocak 1933’te, eski Reich Şansölyesi Franz von Papen, Alman milliyetçi medya baronu Alfred Hugenberg ile Reich Devlet Başkanı Paul von Hindenburg’un etrafında sıkı sıkıya kenetlenmiş bir çevreyi kapsayan bir devlet komplosuyla iktidara getirildiler. Hitler hakkındaki biyografisinde Ian Kershaw, “Arkalarında güçlü lobiler vardı; büyük işletmeler, mülk sahipleri ve özellikle de ordu,” diye yazar.[1]

Bu lobi gruplarının; işçi hareketini yok etmek, halkın gözünü korkutmak ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilginin intikamını almak amacıyla yeni bir savaşa hazırlanmak için Nazilere ihtiyacı vardı. Kershaw bunu şu şekilde ifade eder: “Ancak iktidardaki gruplar, üstünlüklerini en üst düzeye çıkarmak ve örgütlü emeğin tüm gücünü bir defada ve tamamen ortadan kaldıracak kitlesel desteğe sahip değildi. Hitler bu işi onlar adına yapması için getirildi. Alman halkının, 1932’nin ikinci yarısında yüksek siyasetin entrikalarında hiçbir rolü ya da bunlara ilişkin hiçbir bilgisi yoktu. Artık kendi geleceklerini belirleyecek siyasi oyunları etkileyemeyecek kadar güçsüzdüler.”[2]

1933 yılında egemen seçkinler komplolarını var olan faşist bir harekete dayandırırken, durum günümüzde bunun tam tersidir. AfD’nin yükselişi seçkinlerin benzer bir komplosunun ürünüdür. Ancak bu yükseliş, AfD’nin önünü açan hükümetin, devletin, siyasi partilerin, medyanın ve üniversitelerdeki ideologların rolleri araştırılmadan anlaşılamaz. Bu kitabın esas konusu budur. Kitap, son beş yılda Alman militarizminin geri dönüşünün ve bir polis devletinin kurulmasının nasıl geliştiğini ve faşist bir hareketin ideolojik temelinin nasıl atıldığını belgeliyor.

Küresel kapitalizm, 1930’larda felakete yol açan sorunların hiçbirini çözmedi. Toplumsal, ekonomik ve siyasi bütün çelişkiler bir kez daha tüm gücüyle patlak veriyor.

Sınıflar arasındaki uçurum asla bugünkü kadar derin olmamıştır. Dünyanın dört bir yanında en zengin sekiz milyarder, insanlığın en yoksul yarısınınki –yaklaşık 3,6 milyar kişi– kadar bir servete sahip. Bu toplumsal kutuplaşmanın etkilemediği hiçbir ülke bulunmuyor. Almanya’da, zenginlerin ve süper zenginlerin sahip olduğu servetin payı 1990’lardan bu yana keskin bir şekilde büyürken, diptekiler de ciddi bir düşüş yaşadı. Şu anda yaklaşık 13 milyon insan yoksulluk içinde yaşıyor ve 3,2 milyon kişi birden fazla işte çalışıyor; zira tek bir işten alınan düşük ücretler insanların iki yakasını bir araya getirmeleri için yetersiz. Büyük sınıf savaşları, bugüne kadar sadece, sendikaların, Sosyal Demokratların (SPD) ve Sol Parti’nin burjuva siyasetiyle tam olarak bütünleşmesi ve sınıf mücadelesini bastırmak için ellerinden geleni yapmaları nedeniyle gerçekleşmedi. Ama bu da artık sınıra dayanmış durumda; giderek artan biçimde belirgin militanlık belirtileri görülüyor.

Büyük güçler arasındaki çatışmalar da çarpıcı biçimde yoğunlaşıyor. Amerika Birleşik Devletleri saldırı savaşlarıyla kendi ekonomik gerilemesini dengelemeye çalışıyor. Amerikan askeri gücü, petrol zengini Ortadoğu’ya ek olarak, Rusya’yı ve Çin’i giderek daha fazla hedef alıyor. Bununla birlikte, eski müttefikler, hepsinden çok da Almanya, ticaret savaşı önlemlerinin ve askeri tehditlerin dışında bırakılmış değildir.

Böylece Alman burjuvazisi, zamanında faşizm ve savaş yoluyla çözmeye çalıştığı aynı sorunlarla karşı karşıya geliyor. Ocak 1933’te çalışma çağındaki nüfusun yaklaşık yarısı ya işsizdi ya da kısa vadeli sözleşmelerle çalışıyordu; ortalama ücretler üç yıl içinde dörtte bir oranında azalmıştı. Alman egemen seçkinleri, ihracata bağımlı Alman ekonomisine tüm dünyada bir yer açmak ve yurtiçinde de patlamak üzere olan sınıfsal gerilimleri bastırmak için, Avrupa’ya kendi çıkarlarına şiddetle boyun eğdirmeyi ve Doğu’da “lebensraum”u[3] güvence altına almayı amaçlamışlardı. Bugün de aynı yöntemlere başvuruyorlar.

2013 yılındaki federal seçimlerin ardından, Hristiyan Demokrat Birlik (CDU), Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) ve SPD, alışılmadık bir şekilde ilerleyen koalisyon görüşmeleri sırasında, militarizmin daha önce görülmemiş bir şekilde yoğunlaştırılması konusunda anlaştılar. Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un dediği gibi, Almanya bir kez daha Avrupa’da ve dünya sahnesinde ekonomik büyüklüğüyle ve etkisiyle fiilen orantılı bir rol üstlenmeliydi. Egemen seçkinler oybirliğiyle bu yeni rotayı desteklediler. İki muhalefet partisi, Yeşiller ve Sol Parti, Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü (Stiftung Wissenschaft und Politik, SWP) himayesinde bu yeni politikanın hazırlanmasına katıldı. Medya da buna hevesliydi. Başta Berlin’deki Humboldt Üniversitesi olmak üzere üniversitelerde, Alman militarizmini tarihsel tahrifat yoluyla aklama kampanyası başlatıldı. Bu kitabın ilk bölümünde bu dönemin olayları ayrıntılı bir biçimde ele alınıyor.

Buna karşılık halkta militarizme yönelik hiçbir destek söz konusu değildir. Hemen hemen her aileyi etkileyen iki dünya savaşının korkunç deneyimlerinden sonra, savaş karşıtlığının kökleri derinlere kök salmıştır. İşte bu koşullar altında egemen seçkinler, otoriter yönetim biçimlerine ve devlet baskısına başvuruyorlar. Kasım 1929’da Lev Troçki şunu ifade ediyordu: “Uluslararası mücadelenin ve sınıf mücadelesinin aşırı derecedeki gerilimi demokrasinin sigortalarını birbiri ardına patlatarak diktatörlük kısa devresiyle sonuçlanıyor.”[4] Bugün bu, yalnızca, aşırı sağcı güçlerin halen hükümetin bir parçasını oluşturduğu ABD, İtalya ve Avusturya için değil, Almanya için de geçerlidir.

AfD son federal seçimlerde oyların sadece yüzde 12,6’sını almış olmasına rağmen siyasi yaşama egemendir. Aylar süren görüşmelerden sonra, CDU/CSU ile SPD, özellikle sığınmacı politikası, ordunun ve devletin baskı aygıtının muazzam derecede güçlendirilmesi ve sol muhalefetin bastırılması konularında, büyük ölçüde AfD’nin damgasını taşıyan bir hükümet programı üzerinde anlaştılar. Aşırı sağcı bu parti parlamentoda çok sıcak bir şekilde karşılandı. SPD, CDU/CSU ile kurduğu ve artık gözden düşmüş olan büyük koalisyona Ocak 2018’de devam etme kararı alarak, resmi ana muhalefet önderliğini AfD’nin ellerine teslim etmiş oldu. Tüm partiler meclis komisyonlarında AfD ile yakın işbirliği içinde çalışıyor. Hepsi, bu partinin hukuk işleri, merkezi bütçe komisyonu ve turizm komisyonuna başkanlık etmesini kabul etmiştir.

Ancak, 1933’ten farklı olarak, bu siyasi gelişme kitlesel bir faşist hareket tarafından desteklenmiyor. Aksine, büyük koalisyonun sağcı politikalarına nüfusun geniş kesimleri tarafından karşı çıkılıyor. Kamuoyu yoklamalarına göre, anketlere katılanların yüzde 82’si sığınmacılara olumlu bakıyor. Aşırı sağın doğurduğu tehdide, hükümete ve Gizli Servis’in rolüne karşı her hafta sonu büyük şehirlerde gösteriler yapılıyor. Sadece Münih’te; devlet baskısının güçlendirilmesini, toplumsal eşitsizliği ve militarizmi protesto etmek için, 2018’de üç ayrı etkinlikte on binlerce insan sokaklara döküldü. Berlin’de, ülke çapındaki seferberliğe rağmen sadece iki bin aşırı sağcıyı bir araya getirebilen AfD’nin düzenlediği gösteriye karşı gerçekleştirilen protestolara 70 bin kişi katıldı. Temmuz 2018’de haftalık Der Spiegel’de yapılan bir ankete göre, nüfusun üçte ikisi Almanya’da sağa doğru bir kayma olduğuna inanıyor ve buna karşı çıkıyor.

AfD’nin; üyelerini yerinden edilmiş savaş gazilerinden, küçük burjuvazinin toplumsal olarak mahvolmuş üyelerinden ve umutsuz işsiz işçiler arasından toplayan Hitler’in SA’sı (fırtına askerleri) gibi kitlesel bir destek tabanı ya da savaşa hazır birlikleri yok. AfD’nin gücü sadece siyasi partilerden, medyadan, hükümetten ve devlet aygıtından aldığı destekten kaynaklanıyor.

Faşist çete Chemnitz’i kasıp kavururken, dönemin Gizli Servis Başkanı Hans-Georg Maaßen Nazilere arka çıktı. Maaßen, sağcı Bild gazetesinde göçmenlerin kovalandığını bile inkar etti ve sağcı komplo teorisyenleri gibi, bu iddiasının aksini kanıtlayan videoların gerçekliğini sorguladı. İçişleri Bakanı Horst Seehofer ise, hükümette yer alan bir bakan olmasaydı yürüyüşe kendisinin de katılacağını belirterek, “Göç, bu ülkedeki tüm siyasi sorunların anasıdır,” diyordu.

Yayımlanmasından önce Maaßen’in AfD’nin önde gelen temsilcileriyle üzerine tartıştığı Temmuz 2018 tarihli Verfassungsschutzbericht 2017’de (Gizli Servis Raporu), AfD’den ve onun aşırı sağcı yandaşlarından (Pegida, Björn Höcke, Götz Kubitschek ve diğerleri) bir kez bile bahsedilmiyor. Öte yandan, raporda, “sözde milliyetçiliğe, emperyalizme ve militarizme” karşı çıkan, aşırı sağı protesto eden veya aşırı sağ hakkında bilgi toplayan herkes, “aşırı solcu” olarak karalanıyor. Aşırı sağa karşı mücadelede öncü bir rol oynayan Sozialistische Gleichheitspartei (Sosyalist Eşitlik Partisi, SGP), ilk kez bir “aşırı solcu parti” ve “gözetleme nesnesi” olarak listelendi.

Bu kitaptaki farklı bölümler; akademisyenlerin, medyanın, siyasi partilerin ve devlet aygıtının AfD’nin kurulmasındaki ve güçlendirilmesindeki rolüne ayrıntılı olarak odaklanmaktadır. Kitap tarafsız bir gözlemcinin bakış açısıyla değil, militarizmin ve faşizmin geri dönüşüne karşı mücadeleye bir katkı olarak yazılmıştır. Amacı, Nürnberg Mahkemeleri’nin bu sefer felaketin ardından değil, kapıyı çalmadangerçekleşmesine olanak sağlamaktır.

Bu kitabın yazarı; Troçkist gençlik hareketi Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’nin (IYSSE) uzun zamandır sözcüsü ve SGP’nin ulusal sekreter yardımcısı olarak, 2. Bölüm’de ele alınan Humboldt Üniversitesi’ndeki çatışmanın aktif bir katılımcısıydı. Bunun bir sakıncası yoktur. Muazzam toplumsal gerilimlerin büyümesi göz önüne alındığında, böyle bir kitap ancak bir polemik biçiminde yazılabilir.

SGP ve IYSSE; 2014 yılında Humboldt Üniversitesi’nden tarihçi Jörg Baberowski’yi Der Spiegel’e verdiği demeçte Hitler’in “kötü biri olmadığını” belirttiği için açıkça eleştirince eşek arısı yuvasına çomak sokmuş oldular. Üniversite yönetimi, çok sayıda profesör ve ana akım medya, IYSSE’ye karşı bir kınama kampanyası başlattı ve aşırı sağcı profesörü savundu. Bu, Köln’deki Yüksek Bölge Mahkemesi’nin bu profesörün “sağcı radikal”, “ırkçı” ve “şiddeti yücelten” biri olarak nitelendirilmesinin meşru olduğuna karar vermesinden ve Baberowski’nin güncel siyasi tartışmalara kamuoyu önünde açıkça aşırı sağ görüşlerle müdahalede bulunmasından sonra bile devam etti.

AfD’nin yükselişi ve federal hükümetin açıkça sağcı gündemi, üniversitelerdeki gerici hücum olmasaydı mümkün olamazdı. Bunda Humboldt Üniversitesi merkezi bir rol oynadı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bile, üniversiteler milliyetçi mitlerin yaratılması ve geliştirilmesi vasıtasıyla militarizm amacına hizmet ettiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Dolchstoßlegende –sağcı çevrelerde Alman Ordusu’nun sırtından bıçaklandığına duyulan yaygın inanç– gibi tarihsel tahrifat, militarizmin yeniden canlanmasına önemli ölçüde katkıda bulundu. Bugün, Almanya’nın egemen seçkinleri, iki dünya savaşı sırasında kovalanan hedefleri bir kez daha benimsemek için, insanlık tarihinin en kötü suçlarını göreceli hale getirmeye ve önemsizleştirmeye zorlanmaktadır.

Bu kitaptaki metin, büyük ölçüde, bizzat bu mücadeleler sırasında üretilen kaynaklara dayanmaktadır. Kitap, bu yazarın derlediği ve yorumladığı kolektif bir emeğin ürünüdür. Bu nedenle metin, IYSSE’nin ve SGP’nin yaptığı açıklamalardan ve Dünya Sosyalist Web Sitesi’nde (WSWS) yer alan makalelerden atıf yapılmadan alıntılanan çok sayıda ifadeyi içermektedir. Burada, kitaba diğer katkıda bulunanlar arasında Peter Schwarz, Johannes Stern, Ulrich Rippert ve bu metinlerin çoğunu yazan Sven Wurm de belirtilmelidir. Milliyetçiliğe karşı mücadele uluslararası bir yönelim ve dünyanın dört bir yanından yoldaşlarla yakın işbirliği gerektirir. Bu kitap ve Alman militarizminin dönüşüne karşı yürütülen kampanyanın tamamı, onlarla ve özellikle de WSWS uluslararası yayın kurulunun başkanı ve ABD’deki SEP’in ulusal başkanı olan David North’la yürütülen sayısız tartışmalar olmadan mümkün olmazdı.


[1]

Ian Kershaw, Hitler 1889–1936: Hubris (Londra, Penguin Books, 1998), s. 379.

[2]

Age., s. 425, s. 404.

[3]

Çevirmenin notu: Almanca “yaşam alanı.”

[4]

Lev Troçki, “The Austrian Crisis and Communism” [“Avusturya Krizi ve Komünizm”], https://www.marxists.org/ archive/trotsky/1929/11/austria.htm, erişim tarihi: 01.12.2018.