Amerikan emperyalizminin Afganistan’daki bozgunu, yalnızca onun bu ülkedeki yeni sömürgeci harekâtının sonucu değildir. Bu, aynı zamanda, süregiden —ekonomik, toplumsal ve siyasi— krizlerine askeri araçlarla karşı koymak amacıyla son otuz yılda artan bir yoğunlukla sürdürdüğü gündemin de sonucudur.
Bu sonuç, yaklaşan başka bir felaketle çok yakından bağlantılıdır: küresel egemenliğini sürdürmeye çalıştığı diğer büyük dayanak olan tüm finansal sisteminin parçalanması ve çöküşü.
Bu her iki sürecin de tarihsel gelişimi incelendiğinde, nasıl iç içe geçmiş oldukları ve birbirlerini pekiştirdikleri ortaya çıkmaktadır.
1980’lerin sonunda, on yılın başındaki derin durgunluklardan sonra Wall Street’te spekülatif bir yükselişin başlatılmasının ardından ABD mali sisteminin büyük bir krize girdiği açıktı. Kriz, 19 Ekim 1987’deki borsa çöküşüyle gelişini duyurmuştu. Dow Jones Endeksi bir gün içinde en büyük düşüşünü yaşayarak yüzde 22,6 oranında düştü ki bu halen bir rekordur.
Bu olay, sadece kırılmanın derinliği nedeniyle değil, sonrasında olanlar açısından da önemliydi. Wall Street’in eridiği gün, Merkez Bankası (Fed) piyasaya mali destek sözü vererek müdahale etti. Bu, tek seferlik bir önlem değil, o zamandan beri genişletilip geliştirilen yeni bir politikanın başlangıcıydı.
Merkez bankasının görevi artık spekülatif balonların ortaya çıkmasını engellemek değil, bir sonraki spekülasyona temel oluşturacak şekilde, spekülasyon balonları patladığında büyük para enjeksiyonlarıyla müdahale etmekti.
Bu yeni gündem, takip eden tüm krizlerde uygulandı: 1998’de Long Term Capital Management’ın kurtarılması da dahil olmak üzere 1990’ların krizlerine yapılan müdahaleler; 2000-2001 teknoloji şirketleri balonunun çöküşünün ardından faiz oranı indirimleri; 2008 mali krizinin ardından başlatılan bankalara yönelik kurtarma operasyonu ve varlık alımlarının başlaması (parasal gevşeme) ve Mart 2020’de piyasanın buz kesilmesinden sonra, Fed’in finansal sistemin her alanı için garantör olarak devreye girmesiyle bu güne kadar devam eden 4 trilyon dolarlık müdahale.
Çok daha az bilinmesine rağmen, 1987 Wall Street çöküşünün bir başka önemli sonucu, Reagan yönetiminin Mart 1988’de bir kararnameyle Başkanlık Mali Piyasalar Çalışma Grubu’nu kurmasıydı.
Daha sonra Riskli Girişimden Koruma Ekibi (PPT) olarak adlandırılacak olan bu ekip, “Ulusumuzun finansal piyasalarının bütünlüğünü, verimliliğini, düzenini ve rekabet gücünü artırmak ve yatırımcı güvenini korumakla” görevli merkez bankası yetkilileri, mali düzenleyiciler ve hükümet temsilcilerinden oluşan gayriresmi bir gruptu.
PPT, faaliyetleri medyada çok az dikkat çekse de, Reagan’dan beri her başkan döneminde toplanmaya ve faaliyet göstermeye devam etti. Söylenene göre PPT, piyasada 2018’in sonunda meydana gelen gibi önemli düşüşleri durdurmak için müdahale ediyor. Wall Street’in S&P 500 endeksi büyük bir düşüşe doğru giderken, 24 Aralık’ta düzenlenen bir PPT telekonferansının ardından piyasa Noel tatili sonrasında sert bir şekilde yükselmişti.
PPT’nin faaliyetlerinin kesin doğası her ne olursa olsun —hiçbir zaman resmi olarak rapor edilmiyorlar— Fed’in ve birbirini izleyen yönetimlerin eylemleri, yere göğe sığdırılamayan “serbest piyasa”nın —Amerikan ekonomik egemenliğinin sözde direği— tamamen geçmişte kaldığını göstermiştir. Finansal sistemin onlarca yıl geriye uzanan istikrarsızlığı o kadar derinleşmiştir ki, sistemin ayakta kalmasını sağlamak için devletin sürekli, günlük olarak müdahale etmesi gerekiyor.
Ve bu, ABD emperyalizminin istikrarı ve egemenliği için, askeri üstünlüğü sorunu kadar büyük bir sorundur. Hatta daha da kritik olduğu söylenebilir.
Afganistan bozgunu, tüm ABD müttefikleri için stratejik bir kriz yaratmış oldu. Finansal sisteminin çöküşü ise kısa vadede daha da yıkıcı sonuçlar doğuracak; uzun vadede büyük etkileri olacaktır.
15 Ağustos 1971 ve 15 Ağustos 2021
Bu ikiz krizler ortak bir kökene sahiptir. Bu köken Başkan Richard Nixon’ın 15 Ağustos 1971’de ABD dolarından altın desteğini kaldırma kararına kadar takip edilebilir. Bu adım, 1944’te bizzat ABD tarafından kurulan ve II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist büyüme için önemli bir ekonomik temel sağlayan Bretton Woods para sistemini sona erdirmişti.
Kabil’in bu yıl 15 Ağustos’ta düşmesinin bu olayın tam olarak 50. yıldönümünde gerçekleşmesi tarihin cilvelerinden biridir.
Para birimlerinin dolara göre sabitlendiği ve ons başına 35 dolar oranıyla altın tarafından desteklenen Bretton Woods sisteminin temeli şuydu: ABD kapitalizminin savaş sonrası gücü küresel büyümeyi ayakta tutacak şekilde süresiz devam edebilir ve herhangi bir ekonomik sorunun üstesinden Keynesyen talep yönetimi politikalarına dayalı devlet müdahaleleriyle gelinebilir.
Ancak sadece 27 yıl sonra, tarihsel açıdan bir göz açıp kapayıncaya kadar, bu kurgu, bizzat sisteme içkin olan çelişkiler eliyle bozuldu.
ABD kapitalizmi, kendi ekonomik istikrarının bağlı olduğu dünya pazarının genişlemesini sağlamak için başta Almanya ve Japonya olmak üzere rakiplerini canlandırmak zorunda kalmıştı. Ancak bunun sonucunda, ABD kapitalizmi yirmi yıl içinde kendisini pazarlar için verilen mücadelede gölgede bırakılırken buldu. ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki dönemde devasa boyutlar alan ve sistemin dayandığı pozitif ticaret dengesi, sürekli olarak düşüşteydi ve 1971’de negatife dönmüştü.
1960’ların ikinci yarısında kriz giderek daha belirgin hale gelirken, sistemi destekleme girişimlerinin hepsi başarısız olmuştu. Ekonomik büyüme başlarken artan kâr oranları keskin bir düşüş yaşadı ve ABD kapitalizmi yükselen bir işçi sınıfı militanlığı dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Başkan Nixon, buna, yüzde 5’lik bir maaş zammı sınırıyla karşılık vermeye çalıştı. Bu, dolardan altın desteğinin kaldırıldığını duyurduğu aynı televizyon konuşmasında ilan edilmişti.
Dolara ilişkin karar, tüm bu sorunları yoğunlaştıran bir enflasyon sarmalı başlattı ve birçok büyük kapitalist ülkede hâlihazırda gelişmekte olan potansiyel devrimci mücadeleler dalgasının körüklenmesine yardımcı oldu. Söz konusu dalga, Mayıs-Haziran 1968 Fransız Genel Grevi ile başlamıştı.
Egemen sınıflar, işçi sınıfının yükselişini, Stalinist, sosyal demokrat ve sendikal önderliklerin doğrudan işbirliğiyle ve Troçkizmin devrimci programından kopmuş olan Pablocu revizyonizm güçlerinin can alıcı yardımıyla bastırabildiler. Bunun en acımasız örneği, CIA’in Eylül 1973’te Allende hükümetinin devrilmesini ve Pinochet askeri diktatörlüğünün kurulmasını organize ettiği Şili’de görüldü.
Kısa vadede siyasi istikrar yeniden sağlanmıştı. Ancak ABD ve küresel kapitalist ekonominin mali çelişkileri yoğunlaştı. Bunlar, özellikle 1970’lerin stagflasyon (yüksek enflasyon, artan işsizlik ve düşük ekonomik büyümenin bileşimi) olgusunda kendilerini dışa vurdular. Bu, Keynesyen ekonomistler tarafından imkânsız olarak görülen bir durumdu.
Egemen sınıflar, işçi sınıfının önderliklerinin ihanetlerine dayanarak saldırıya geçtiler. Bu, kapitalist ekonominin, sanayinin daha az kârlı kollarının ortadan kaldırılması temelinde yeniden yapılandırılması ve işçi sınıfına karşı bir hücumdu. Bu saldırının öncüsü, 1981’de Reagan yönetimi tarafından ABD hava trafik kontrolörleri grevinin ezilmesi ve sendikaları PATCO’nun çökertilmesi oldu. Ardından da Britanya devletinin, 1984–85’te Thatcher hükümeti döneminde kömür madencilerine karşı bir yıl süren iç savaşı geldi.
ABD’de ve uluslararası alanda, kâr birikiminin sanayinin genişlemesine değil de giderek finansal spekülasyona dayandığı yeni bir ekonomik düzen kurulmaktaydı.
Bu yeni rejimin “kahramanları” artık geçmişin sanayi devleri değil, suçlu ve yarı-suçlu finans vurguncularıydı. Borsada 1982’de başlayan bir yükselişin ortasında muazzam kârlar elde edilmesine yol açan, şirketlerin varlıklarını sıyırma yollarını icat eden çürük tahvil kralı Michael Milken onlardan biriydi.
Ancak Ekim 1987’deki çöküşün de ortaya koyduğu gibi, bu finansal iskambil kule bir felakete doğru gidiyordu. Çok geçmeden şanslı bir olay yaşandı.
Sovyetler Birliği’nde 1920’lerde Sovyet işçi sınıfından siyasi iktidarı gasp etmesinden beri küresel kapitalizm için çok önemli bir koruyucu kale olan Stalinist bürokrasi, ilk işçi devletinden geriye kalanları tasfiye ederek ve kapitalizmi restore etmeye girişerek emperyalizme son hizmetini gerçekleştirdi.
Gerici ulusalcı tek ülkede sosyalizm dogmasının yarattığı ekonomik ve sosyal sorunlar tırmandıkça işçi sınıfının yükselen hareketiyle karşı karşıya kalan ve devrilebileceğinden korkan Stalinist rejim, önleyici bir saldırı yaptı ve kendisini mülk sahibi kapitalist bir sınıfa dönüştürdü.
SSCB’nin tasfiyesi, siyasi liderler, medya uzmanları, basiretsiz akademisyenler ve her türden sözde “sol” siyasi eğilim tarafından kapitalizmin gücünü ve “serbest piyasa”nın zaferini gösteren bir olay olarak alkışlandı.
Küreselleşme ve ulus devlet sisteminin krizi
Bu olayın uluslararası işçi sınıfının siyasi bilinci üzerindeki muazzam etkisini kabul ederken, bunun kapitalizmin yeniden doğuşunu temsil etmediğinde ısrar eden, yalnızca Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) oldu. “Yeniden doğuş”un aksine, bu, küresel ekonomik düzenin derinleşen krizine işaret ediyordu.
Bunun nedeni, Sovyetler Birliği’nin tasfiyesinin, son tahlilde, küreselleşmiş üretimin 1971’den sonra giderek artan bir hızla ilerleyen gelişimi ile ulus devlet sistemi arasındaki artan çelişkinin ilk ifadesi olmasıydı. Bu kriz ilk ifadesini Stalinist rejimlerde bulmuştu, çünkü bu rejimler doğrudan doğruya ulusalcı bir ekonomik programa dayanıyordu.
Bununla birlikte, SSCB’nin tasfiyesi ve Çin’deki Maocu-Stalinist rejiminin kapitalist bir temelde tam gaz ilerleme kararı, hemen sonrasındaki dönemde, ABD emperyalizmine birçok farklı düzeyde fırsat ve avantaj sağladı.
İşçi sınıfındaki ilk kafa karışıklığı ve yanlış yönelim, ABD’de ve dünya çapında sendika bürokrasilerine işçi sınıfının mücadelelerini bastırmada çok önemli bir yardımda bulundu. Sınıf mücadelesinin temel göstergesi olan grevlerin düzeyi büyük kapitalist ülkelerde rekor seviyelere düştü.
Ve bu da ABD emperyalizminin küresel jeopolitik stratejisine fırsatlar sağlamış oldu.
Amerikan büyükelçiliğinin çatısından helikopter tahliyelerinin görüntülerinde belirginleşen Saygon’daki 1975 olaylarından beri, ABD emperyalizmi “Vietnam sendromundan kurtulmak” için çabalıyordu. Sovyetler Birliği’nin dünya siyasetinden çıkarılması, ABD’ye süregelen ekonomik gerilemesine askeri yollarla karşı koyma fırsatı sağlamış gibi görünüyordu.
Irak’ın Kuveyt’i ele geçirmesi bahanesiyle başlatılan 1990–91’deki Birinci Körfez Savaşı, ABD’nin askeri gücüne dayalı bir “Yeni Dünya Düzeni” inşa etmekte olduğu önermesi üzerine kuruluydu.
Bunu izleyen ve sonu gelmeyen savaşların arkasındaki de bu önermeydi. Buna göre ABD, seyir füzeleri, insansız hava araçları, hedef gözeterek gerçekleştirilen suikastlar ve gerektiğinde askeri birliklerin müdahalesi yoluyla küresel egemenliğini koruyabilecekti.
Militarizm şu inançla birleştirildi: doların küresel piyasalardaki üstün konumu ile beraber, “mali mühendisliğin” gelişmesi, borsasının her zamankinden daha fazla yükselmesi ve yeni teknolojilerin gelişmesi sayesinde, ABD, kendisini baskın ekonomik güç olarak koruyabilecektir.
Burada da ABD, Sovyet Stalinist bürokrasisinin ve Çin rejiminin eylemlerinden önemli ölçüde yardım aldı. Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ve Çin’de kapitalizmin serbest bırakılması, Hindistan’da ve diğer eski sömürge ülkelerde ulusal temelli ekonomik programların çöküşüyle birleşerek büyük mali sonuçlar doğurdu.
Fed’in 1990’lar boyunca ve içinde bulunduğumuz yüzyılda düşük faiz rejimini sürdürebilmesinin ve mali piyasaları daha da yüksek seviyelere çıkarabilmesinin başlıca nedenlerinden biri, enflasyonun olmamasıydı. Bu, önemli ölçüde, büyük kapitalist şirketler tarafından Çin’de ve daha birçok ülkede ucuz işgücünün sömürülmesi yoluyla üretilen bir dizi tüketim malının ucuzlamasıyla bağlantılıydı.
Burada da paralel gelişmeler söz konusuydu. ABD’nin militarizme dayalı dış politikası, uluslararası hukukun tamamen terk edilmesi ve düpedüz suç halini almasıyla damgalandı; en korkunç örnek, 2003’te Irak’ın “kitle imha silahları” yalanıyla istila edilmesiydi.
Finans dünyasında, daha önceki tüm mali ihtiyat kuralları, genellikle bir suç şeklini alan spekülatif aşırılıkların ortasında bir kenara atıldı; Enron skandalını* hatırlatmak yeter. Siyasette de aynı süreç, Donald Trump’ın finansal yeraltı dünyasından ABD başkanı konumuna yükselmesine yansıdı.
Ama şimdi ABD emperyalizminin krizinin yeni bir aşamaya girdiğine dair belirtiler var.
Friedrich Engels, ünlü Anti-Dühring polemiğinde, tarihsel gelişmenin itici gücünün temel oluşturan ekonomik gelişmeler değil de askeri güç olduğunu iddia eden Eugen Dühring tarafından geliştirilen “zor teorisi”ni doğrudan ele almıştı.
Engels, kapitalizmin ekonomik gelişiminin, burjuva toplumunu “yıkım ya da devrim”e doğru götürdüğünü açıkladı. Ama eğer burjuvazi, çökmekte olan bir ekonomik durumdan kendisini kurtarmak için zora başvurabileceğine inanıyorsa, “buhar makinesinin ve onun tarafından harekete geçirilen modern makinelerin, dünya ticaretinin ve günümüzdeki bankacılık ve kredi gelişmelerinin ekonomik sonuçlarının, Krupp silahları ve Mauser tüfekleri ile ortadan kaldırılabileceği” hayaline kapılmış demekti.
Askeri teknolojinin gelişmesi ve günümüzün her zamankinden daha karmaşık ve birbirine bağlı ekonomik ve mali süreçleri ışığında değiştirilmesi gerekenleri değiştirdikten sonra, Engels’in ifadeleri geçerliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Afganistan’daki askeri bozgunun ortasında, 2008 ve 2020’deki devasa kurtarma paketleri ile geciktirilmiş bir mali çöküşün belirtileri artmaya devam ediyor. Her gün spekülasyonun boyutuyla ilgili yeni haberler getiriyor.
Wall Street’teki rekor yükseklerin, alıp başını giden kripto para spekülasyonlarının ve artan ev fiyatlarının ortasında, bu hafta, Financial Times’ın “çılgınca anlaşmalarla dolu bir yaz” dediği, birleşme ve şirket satın alma faaliyetlerinin bu yıl rekor seviyelere doğru yol aldığını bildiren haberlerle başladı. Birleşme ve şirket satın alma faaliyetlerinin toplam bedeli, 2007’deki, yani küresel mali kriz öncesindeki 4,3 trilyon doları aşmayı vaat ediyor. Bu yeni birleşme çılgınlığı, düşük borçlanma maliyetleri ve özel sermaye gruplarının kasasındaki trilyonlarca dolar tarafından körüklenmekte.
Wall Street Journal, finansal çılgınlığın bir başka göstergesi olarak, spekülatif cinsten ABD şirket tahvillerinin getirisinin yüzde 3,53’e kadar düştüğünü bildirdi.
İki hafta önce, Avrupa Menkul Kıymetler ve Piyasalar Otoritesi (ESMA) şunları belirten önemli bir rapor yayımladı: “Kurumsal ve perakende yatırımcılar için daha fazla —muhtemelen belirgin— piyasa düzeltmeleri açısından uzun bir risk dönemi görmeye devam etmeyi ve ESMA’nın görev alanının tamamında çok yüksek riskler görmeyi bekliyoruz.”
Diğer pek çoklarıyla beraber bu göstergeler, büyük bir krizin patlak vermesine işaret ediyor ancak bu, dönüştürülmüş koşullar altında gelişmekte olan bir krizdir.
Fed Başkanı Jerome Powell ve diğer mali otoritelerin, ABD’de yüzde 4 ile 5 arasında değişen ve Avrupa’da yüzde 3’ün üzerine çıkan enflasyondaki mevcut artışın geçici olduğuna dair verdikleri güvencelere rağmen, bunun kalıcı hale geldiği konusunda endişeler büyüyor. Eğer durum buysa, son otuz yıldır finansal piyasaları ayakta tutan aşırı düşük faiz oranı sisteminin kilit dayanaklarından birini ortadan kaldıracaktır.
İşçi sınıfı iktidarı uğruna mücadele
Mali piyasalarda açısından daha da önemli bir faktör, ABD’de ve başka yerlerde, sendika bürokrasileriyle doğrudan çatışma halinde olan işçi sınıfı militanlığının yükselen dalgasıdır. Bu, spekülatif cümbüş açısından kilit önem taşıyan, sınıf mücadelesinin bastırılmasını kesin olarak sona erdirme tehdidi oluşturuyor.
Marx, bir keresinde, çok isabetli bir şekilde, kapitalizmin tüm ekonomik çelişkilerinin eninde sonunda sınıf mücadelesiyle çözüldüğünü belirtmişti. İşçi sınıfı, mevcut durumun bir bilançosunu çıkarmalı ve gerekli siyasi sonuçları çıkarmalıdır.
Biden, Afganistan’dan çekilmesinde savaş karşıtı duygulara başvurmuş olsa da, bu, savaş tehlikesinin azaldığı anlamına gelmiyor. Aksine, tehlike artıyor. Bunun nedeni, Biden’ın açıkça ortaya koyduğu gibi, Afganistan’dan geri çekilmenin, dikkatleri Çin’e karşı savaş hazırlıklarına odaklamak için gerçekleştirilmiş olmasıdır. Çin’in ekonomik yükselişi, ABD egemen sınıfının tüm hizipleri tarafından, ABD emperyalizmine yönelik -ne pahasına olursa olsun- karşı konulması gereken varoluşsal bir tehdit olarak görülmektedir.
COVID-19 krizi, egemen sınıfın bir ekonomik krizle nasıl başa çıkacağına dair bir uyarı vermiş oldu. Egemen sınıf, aynı acımasızlıkla karşılık verecek, finansal piyasaların kârlarının ve “sağlığının” hayatın kendisi de dahil olmak üzere her şeyden önce geldiğinde ısrar edecektir.
Egemen sınıfın stratejisi giderek daha gözü dönmüş hale geliyor. Ama bir stratejisi var: otoriter ve faşizan yönetim biçimleri de dahil olmak üzere, gerekli olan her yolla kâr sisteminin büyüyen krizinin işçi sınıfının sırtına yüklenmesi.
Bu doğrultuda, işçi sınıfı, sonuna kadar çözümlenmiş ve sendika aygıtlarına karşı mücadele yoluyla şekillendirilmiş kendi bağımsız perspektifini geliştirmelidir. Bu stratejinin özü, miadını doldurmuş ve yıkıcı kapitalist sistemi devirmek ve toplumun uluslararası ölçekte sosyalist temeller üzerinde yeniden inşasına başlamak üzere iktidarı almak için siyasi mücadeledir.
7 Eylül 2021
Dipnotlar
*Çevirmen notu: 1980’lerin sonlarında iki doğalgaz şirketinin birleşmesiyle oluşan Enron, 1990’larda enerji piyasalarının liberalleşmesinden sonra spekülasyonlar yoluyla yükselişe geçmiş ve 2001’in sonunda iflas etmişti. İflas, zamanında Amerikan tarihinin en büyük şirket iflasıydı.