Perspektif

İsrail devletinin faşist ideolojisi ve Gazze’deki soykırım

Bu konferans, Dünya Sosyalist Web Sitesi Uluslararası Yayın Kurulu Başkanı David North tarafından 14 Aralık 2023 tarihinde Almanya’nın Berlin kentindeki Humboldt Üniversitesi’nde verilmiştir.

Humboldt Üniversitesi’ne varıldığında ve binanın girişine gelindiğinde, Marx’tan yapılan ünlü alıntı görülür: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir.” [1] Marx’ın bu temel çağrısının, bir toplantıda konuşma yapan konuşmacılara her zaman yol göstermesi gerekir. Söyledikleri şey dünyayı değiştirmeye nasıl bir katkıda bulunacak?

Öncelikle, Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’in (IYSSE) Almanya şubesindeki yoldaşlarıma beni bu akşam Humboldt Üniversitesi’nde konferans vermeye davet ettikleri için teşekkür etmek istiyorum. Anladığım kadarıyla bu konferansın başlığını belirlerken bazı sorunlarla karşılaşmışlar ve konferansımın başlığının İsrail hükümetinin Gazze’de sürdürdüğü soykırıma atıfta bulunamayacağı konusunda bilgilendirilmişler. Bu kurala uydular ve başlıkta bu son derece önemli olaya atıfta bulunan hiçbir şey yok. İfade özgürlüğüne getirilen bu açık kısıtlama, Alman hükümetinin, medyanın ve itaatkâr akademik kurumların Netanyahu hükümeti tarafından işlenen suçlara karşı muhalefeti yasaklama ve itibarsızlaştırma çabalarının bir parçasıdır.

Yine de, konuşmanın başlığındaki kısıtlamaya uyduğumuza göre, Gazze’deki olaylar hakkında konuşarak devam edeceğim. Konuşmamak mümkün mü?

Son iki aydır dünya, İsrail hükümetinin savunmasız bir halka karşı sarsıcı bir vahşetle yürüttüğü savaşa tanıklık ediyor. Ölü sayısı 20.000’e yaklaşıyor, belki de daha fazla. Ölenlerin yarısından fazlası kadın ve çocuklardan oluşuyor. Toplam kayıp sayısı ise bu rakamın katlarıdır. Bu savaşın ilk altı haftasında İsrail, ABD tarafından tedarik edilen 22.000 bombayı Gazze’ye attı. Bu sadece ilk altı hafta içindeydi; o zamandan bu yana önemli bir süre geçti. Saldırının büyüklüğü hakkında bir fikir sahibi olmak için Gazze’nin toplam büyüklüğünün 365 kilometrekare olduğunu ve bunun Berlin’in (891,3 kilometrekare) yarısından daha az bir alana tekabül ettiğini unutmayalım.

İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği bombardımanın ardından yükselen dumanlar, 16 Aralık 2023 Cumartesi günü İsrail’in güneyinden görülüyor. [AP Photo/Ariel Schalit]

Gazze’nin hiçbir bölgesi ve Gazze nüfusunun hiçbir kesimi İsrail silahlı kuvvetlerinden kurtulamıyor. Hastaneler, okullar, kütüphaneler, mülteci kampları ve diğer kamu binaları bombalanıyor. Gazeteciler, doktorlar, öğretmenler, yazarlar ve sanatçılar kasıtlı olarak hedef alınıyor. Şair Rifat el-Arîr’in öldürülmesi, İsrail hükümetinin talimatıyla yapılan suikastların sadece en öne çıkanıdır.

Bu katliam durdurulmalı ve Gazze halkına ve işgal altında yaşayan tüm Filistin halkına karşı işlenen suçların tüm failleri, 1945-46 yıllarında Nürnberg Mahkemelerinde belirlenen ilkelere uygun olarak tamamen sorumlu tutulmalıdır. Bu konuda söz sahibi olsaydım, aynı cezalar uygulanırdı.

Konuşmamın başlığına getirilen kısıtlama bir ironi unsuru içeriyor. Neredeyse tam on yıl önce, Şubat 2014’te, Oxford Üniversitesi’nden Profesör Robert Service’in yeni Lev Troçki biyografisini tartışmak üzere düzenlediği seminere katılmam, Tarih Profesörü Jörg Baberowski tarafından Humboldt’a çağrılmış güvenlik görevlileri tarafından fiziksel olarak engellenmişti. Halka açık seminerin duyurusunda Service’in katılımcıların sorularını yanıtlayacağı belirtilmişti.

Baberowski (yeşil ceketli) ve güvenlik görevlileri 2014 yılında David North'un seminere girmesini engelliyor

Service’in biyografisi, utanmaz bir tarihsel tahrifat çalışmasıydı. Troçki’ye yönelik iftiraları o kadar barizdi ki, önde gelen Alman tarihçilerin protestoları, biyografinin Almanca baskısının yayımlanmasında bir yıllık bir gecikmeye yol açtı.

Service’in Troçki’ye yönelik ithamlarında basmakalıp antisemitik kinayeleri açıkça kullanması, bu Britanyalı tarihçinin yazdığı biyografiye yönelik çeşitli eleştiri yazılarında detaylandırdığım itirazlar arasında yer alıyordu. [2] Bunlar arasında, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Troçki’nin burnunun şekline yapılan atıflar ve gerçek Rusça ilk adının “Lev” yerine, yalnızca Yahudi doğumlu Troçki’nin antisemitik düşmanları tarafından kullanılan ismin Yidiş varyantı olan “Leiba” olarak değiştirilmesi de vardı.

Çok geçmeden ortaya çıkacağı üzere, Profesör Baberowski ve Service’in ittifakı ortak bir antikomünist siyasi gündeme dayanıyordu. Tam da Humboldt seminerinden men edildiğim gün, Der Spiegel’in yeni sayısında, Hitler’in politikalarının Bolşevik Devrimi’nin “barbarlığına” meşru bir yanıt olduğunu savunarak Nazi suçlarını meşrulaştıran uzun bir makale yayımlandı.

Der Spiegel’in röportaj yaptığı kişiler arasında, “Hitler kötü biri değildi. Masasında, Yahudilerin ortadan kaldırılması hakkında konuşulmasını istemiyordu,” diyen Baberowski de vardı. Baberowski, o sıralar Almanya’nın önde gelen Hitler savunucusu olan ve artık hayatta olmayan Profesör Ernst Nolte’nin Nazi yanlısı görüşlerini savunarak sözlerine devam etmişti.

Der Spiegel’in makalesinin yayımlanmasının ardından Humboldt öğrencileri arasında oluşan öfke karşısında Humboldt Üniversitesi yönetimi ve medya Baberowski’nin arkasında durdu. Bu durum, bir Alman mahkemesinin Baberowski’nin aşırı sağcı olarak nitelendirilebileceğine dair hukuki kararından sonra da değişmedi. Baberowski, Humboldt’un sınırsız desteğinden yararlandı ve halen yararlanmaya devam ediyor; bu da onun Doğu Avrupa Çalışmaları Bölümü’nün öğretim kadrosuna, Humboldt’a atanmadan önceki özgeçmişinde İkinci Dünya Savaşı sırasında Wehrmacht tarafından işlenen vahşetin ifşa edilmesini protesto eden bir neo-Nazi gösterisine katılmış olan Fabian Thunemann’ı atamasını sağladı.

On yıl önce, Service’in tahrifatlarına ve kullandığı antisemitik hakaretlere karşı çıkmak istediğim için Humboldt’taki bir seminere katılmam engellendi. Şimdi üniversite, uzlaşmaz bir antisemitizm karşıtı pozu takınarak, antisemitizmle mücadele adına Gazze soykırımına atıfta bulunulmasını yasaklıyor.

Bu olayı çok da uzak olmayan bir geçmişten hatırlıyorum çünkü İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısına karşı muhalefeti “antisemitik” olarak itibarsızlaştırma kampanyasını yürüten sinizm, ikiyüzlülük, demagoji ve sınırsız yalancılığı örnekliyor. Bu iftiranın kullanımı, İsrail ve emperyalist suç ortaklarının Filistinlilere yönelik soykırımı protesto eden herkesi sindirme ve tecrit etme çabalarında kritik bir silah haline gelmiştir.

Birdenbire ve pek çok şaşırtıcı çevreden antisemitizme karşı savaşçılar ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Amerika Birleşik Devletleri’nde üniversite rektörleri Washington D.C.’ye çağrıldı ve Amerikan üniversite kampüslerindeki antisemit olduğu iddia edilen protestoları bastırmadaki başarısızlıkları sorgulandı. Sorgulamanın başını New York Eyaleti’nin bir bölgesinden Cumhuriyetçi Kongre Üyesi Elise Stefanik çekti. Stefanik, Pensilvanya Üniversitesi, Harvard, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) ve diğer büyük üniversitelerin rektörlerinin, “soykırım” çağrılarına neden göz yumduklarını öğrenmek istedi – Kongre üyesi bu ifadeyi Filistinlileri demokratik haklarından mahrum bırakan apartheid rejimine son verilmesini talep eden her türlü öğrenci protestosu olarak tanımlıyor.

Faşist "Büyük Yer Değiştirme Teorisi"nin savunucusu ve 6 Ocak ayaklanmasının destekçisi olan Temsilci Elise Stefanik, "Siyonizm karşıtlığı antisemitizmdir" iddiasının önde gelen savunucularından biridir. [AP Photo/Mark Schiefelbein]

Peki, Stefanik Hanım’ın antisemitizme karşı bir savaşçı olarak sicili nasıl? Kendisi “Büyük Yer Değiştirme Teorisi” olarak bilinen ve Yahudilerin dünyayı ele geçirmek için beyaz Hristiyanları ortadan kaldırmayı planladığını iddia eden teorinin tanınmış bir savunucusudur. Başka bir deyişle, terimin en klasik tanımıyla, kendisi su katılmadık bir antisemittir.

Aşırı sağcı güçlerin İsrail rejimi ile ittifakı uluslararası bir siyasi olgudur. Bildiğiniz gibi, liderlerinden birinin Holokost’u tarihteki bir “kuş pisliği”nden başka bir şey olarak görmediği Almanya İçin Alternatif (Alternative für Deutschland, AfD) antisemitizme karşı haçlı seferine katıldı. Ve hiç şüphe yok ki, Führer de hayatta olsaydı katılırdı.

Geçtiğimiz Aralık ayında, pek çok üyesi Nazi sembolleriyle dövme yaptıran Ukrayna Azak Taburu’ndan bir heyet, Netanyahu rejimiyle dayanışmasını ifade etmek üzere İsrail’i ziyaret etti. Bunlar, antisemitizmle mücadeleye yönelik meşru bir çabadan münferit ve tuhaf sapmalar değildir. Aksine, tüm kampanya antisemitizmin tarihsel kökenlerinin ve siyasi işlevinin tahrif edilmesine dayanmaktadır. Mevcut kampanya, bir kelimenin gerçek ve uzun süredir kabul gören anlamının tam tersi bir şekilde ve bağlamda kullanıldığı “anlamsal tersine çevirme” olarak adlandırılabilecek bir süreci örneklemektedir.

Devletin ve şirket medyasının elindeki tüm güçlerle pekiştirilen tekrarlama kuvveti sayesinde, bir terimin anlamı temelden değiştirilir. Tahrifatın amaçlanan sonucu, halkın bilincinin ve gerçekliği anlama yeteneğinin geriletilmesidir.

“Antisemitizm” teriminin, tarihi tahrif etmek, siyasi gerçekliği çarpıtmak ve halkın bilincini saptırmak için nasıl kullanıldığına dair önemli bir örnek, mevcut Alman koalisyon hükümetinde başbakan yardımcısı olan dilbaz Robert Habeck’in son konuşmasında bulunabilir. Bu siyasi Tartuffe, önemli bir pasajda şunları söylemiştir:

Bununla birlikte, sol siyasetin bazı kesimlerinde ve maalesef genç aktivistler arasında da antisemitizmden endişe duyuyorum. Sömürgecilik karşıtlığı antisemitizme yol açmamalıdır.

Sömürgecilik karşıtlığının nasıl antisemitik bir karakter kazanacağını açıklayabilecek biri var mı? O şöyle devam ediyor:

Bu bağlamda, sol siyasetin bu kesimi argümanlarını gözden geçirmeli ve büyük direniş anlatısına güvenmemelidir.

Bunu herkes tam olarak anlayabilsin diye Almanca okuyacağım:

Sorge macht mir aber auch der Antisemitismus in Teilen der politischen linken und zwar leider auch bei jungen Aktivistinnen und Aktivisten. Anti-Kolonialismus darf nicht zu Antisemitismus führen.

Insofern sollte dieser Teil der politischen Linken seine Argumente prüfen und der großen Widerstand Erzählung mistrauen.

Bu pasajda, antisemitizm kelimesine anlamsal tersine çevirme uygulanmasının temel amacı ortaya çıkmaktadır. Tarihsel olarak sağ siyaset ile ilişkilendirilen bir olgu, sol siyasetin merkezi bir niteliğine dönüştürülmektedir. Bu tahrifat sürecinin gerici amacı, Britanya’da Jeremy Corbyn’in mahvedilmesiyle ortaya çıkmıştır. En göze çarpan siyasi özelliği omurgasızlığı olan Bay Corbyn’in hayranı olduğum söylenemez. Ancak tüm oportünist günahlarına rağmen, Corbyn’e ve Britanya İşçi Partisi’ndeki destekçilerine yönelik antisemitizm iddiası, sağcı muhalifleri tarafından onu siyasi olarak yok etmek için uydurulmuş acımasız bir karalamadır.

Bu iftiranın kullanımına ilişkin bir başka ve daha da iğrenç örnek ise Roger Waters’a yönelik acımasız cadı avıdır. Hayatını ve sanatını insan haklarının savunulmasına adamış bir sanatçı, antisemit olarak yaftalanması için uluslararası çapta yürütülen bir kampanya çerçevesinde rahat bırakılmıyor. Burada, Almanya’da, Frankfurt ve Berlin’de konserlerinin iptal edilmesi için girişimlerde bulunuldu. Peki, bu zulmün nedeni nedir? Roger Waters Filistinlilerin temel demokratik haklarını savunmakta ve onlara yapılan baskıya karşı çıkmaktadır.

“Antisemitizm” teriminin gerçek tarihsel ve siyasi anlamından tamamen koparılması, İsrail rejiminin suç teşkil eden politikalarını binlerce Yahudi’nin katılımıyla protesto edenlere karşı kullanımında doruk noktasına ulaştırılmıştır. Onlara karşı özellikle aşağılık bir ifade kullanılıyor: “Kendinden nefret eden Yahudiler.” Bu hakaretin özü, Yahudi olanların İsrail’in politikalarına ve tüm Siyonist projeye karşı çıkmalarının ancak bir tür psikolojik sorunun, kişinin kendi kimliğini patolojik bir şekilde reddetmesinin tezahürü olarak açıklanabileceğidir.

Bu teşhis, Yahudiliğin belirli bir dini kimlik olarak İsrail devleti ve milliyetçi Siyonizm ideolojisi içinde tamamen eritilmesinden kaynaklanmaktadır. Bir bireyin dini aidiyetine -ki bu aidiyet şu ya da bu Yahudi’nin hayatında sınırlı bir öneme sahip olabilir ya da hiçbir özel öneme sahip olmayabilir- büyük bir metafizik önem atfedilmektedir.

Bu ideolojik uydurma tarihe değil, dini mitolojiye dayanmaktadır. Gerçekten de Siyonist projenin meşruiyeti, sadece 75 yıl önce İsrail’in kurulmasının, Yahudi halkının 2000 yıllık sürgünün ardından Tanrı tarafından kendilerine “vaat edilen” ata yurduna sözde “dönüşü” olduğu iddiasından yola çıkmaktadır.

Bu mitolojik saçmalığın tarihsel gerçeklikte hiçbir temeli yoktur. Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme’sinde Tevrat’ın Tanrı tarafından Musa’ya yazdırıldığı iddiasını çürütmesinin üzerinden 350 yıldan fazla zaman geçmiştir. Kutsal Kitap birçok yazarın eseridir. Spinoza konusunda bir otorite olan tarihçi Steven Nadler’in açıkladığı gibi:

Spinoza Tevrat’ın hepsini, hatta büyük bir kısmını Musa’nın yazdığını kabul etmiyordu. İlk beş kitapta Musa’dan üçüncü kişi olarak söz edilmesi; ölümünün ve özellikle de ölümünden sonraki olayların anlatılması; yer adlarının Musa’nın yaşadığı dönemde değişik olması, genelde “Musa’nın Beş Kitabı” olarak anılan yazıların aslında Musa’dan kuşaklar sonra yaşamış biri tarafından yazıldığını “kuşkunun gölgesinden çok ötede ortaya koymaktadır.” [3]

Kutsal Kitap’ın otoritesini reddederek yola çıkan Spinoza, bir din olarak Yahudiliğin ve siyasi bir ideoloji olarak Siyonizmin merkezinde yer alan Yahudilerin “seçilmiş bir halk” olduğu iddiasını reddederek Amsterdam’ın ileri gelenlerini daha da öfkelendirdi ve aforoz edilmesine neden oldu. Nadler’in yazdığı gibi:

Spinoza Tanrının İbranileri seçmesi ya da “görevlendirmesi” konusunda da aynı değer-düşürücü yaklaşımı sergiliyordu. Bir insanın mutluluğunu armağanların eşsizliğine dayandırması “çocukçadır”, diyordu. Yahudiler de, tüm halklar içinde seçilmiş olmayı eşsizlik olarak görüyorlardı. Aslında, eski İbraniler ne erdemlerinde ne de Tanrıya yakınlıklarında diğer ulusları geride bırakıyordu. Diğer halklardan anlıksal [entellektüel] ya da ahlaksal bir üstünlükleri yoktu. [4]

Spinoza’nın dinden dönmesi, 17. yüzyılda bilimin hızla ilerlemesinden beslenen ve felsefi maddeciliğe dayanan, en ilerici ve radikal siyasi eğilimlerin önünü açmıştır. Bu, ortodoksluğun haham uygulayıcılarının gazabını üzerine çekti. Spinoza’nın aforozu, sertliği bakımından emsali olmayan bir dille ilan edildi. Aforoz kararının bir kısmı şöyleydi:

Onu gündüz ve gecede, onu uyuduğunda ve uyandığında, onu sokağa çıktığında ve evine döndüğünde lanetliyoruz. Tanrı onu kendisinden esirgemesin, ancak Tanrı’nın öfkesi ve kıskançlığı da onun üstüne olsun; Tanrı’nın laneti onu süründürsün, bu kitapta yazılan tüm lanetler onun üstüne olsun ve onun ismi Tanrı’nın Cenneti’nde yer bulamasın. [5]

"Aforoz Edilmiş Spinoza," Samuel Hirszenberg'in 1907 tarihli tablosu [Photo: Samuel Hirszenberg]

Bu kınamaya rağmen Spinoza’nın adı silinememiştir. Onun dine aykırı düşüncelerinin etkisi yüzyıllar boyunca devam etmiş, Haskala olarak bilinen Yahudi Aydınlanması da dahil olmak üzere Aydınlanma düşüncesinin gelişimine ve bu düşüncenin 18., 19. ve hatta 20. yüzyıllardaki devrimci siyasi sonuçlarına derinden katkıda bulunmuştur.

Çağdaş Siyonizmin siyasi teolojisi, Yahudi işçi ve aydın kuşakları arasında Spinozacı ve daha sonra Marksist düşünceden türeyen ilerici, demokratik ve sosyalist geleneğin aşırı karşıdevrimci antitezini ve reddini temsil etmektedir. Dini miti aşırı ulusal şovenizm ruhuyla yeniden yorumlayan çağdaş Siyonist teoloji, “seçilmiş halk” kavramına tamamen ırkçı ve faşizan bir karakter kazandırmaktadır.

İsrail hükümetinin aşırı sağcı partilerden oluştuğu yaygın olarak kabul edilmekle birlikte, bu siyasi gerçek 7 Ekim olayları ve İsrail devletinin tepkisiyle özel bir ilişkisi olmayan küçük bir ayrıntı olarak ele alınmaktadır. Savaşla ilgili siyasi haberlerde, İsrail’in tüm düşmanlarının yok edilmesini açıkça talep eden kıyametçi bir “İntikam Teolojisi”nin Netanyahu hükümetinin politikaları üzerindeki etkisine neredeyse hiç atıfta bulunulmamaktadır.

“İntikam Teolojisi”nin geliştirilmesinde merkezi bir figür Meir Kahane idi. 1932’de Brooklyn’de doğan babası Haham Charles Kahane, Siyonist hareketin açıkça faşist olan kanadının lideri Ze’ev Jabotinsky’nin dostu ve iş arkadaşıydı. Meir Kahane ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde neo-faşist Yahudi Savunma Birliği’nin (JDL) kurucusu olarak ün kazandı. JDL, New York’ta Kahane’nin “Yahudilere yönelik bir tehdit” olarak kınadığı siyah örgütlerini hedef aldı.

Kahane 1971’de İsrail’e göçtü ve yeminli Arap karşıtı Kach partisini kurdu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki takipçileri aktif olmaya devam etti. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Sosyalist Eşitlik Partisi’nin öncülü olan İşçiler Birliği, 1978 yılında JDL’nin hedefi haline geldi. JDL, Uluslararası Komite tarafından desteklenen The Palestinian adlı belgeselin Los Angeles’taki gösterimini bombalı bir saldırı ile engellemeye çalıştı.

Meir Kahane, 1984 [Photo: Gotfryd, Bernard]

Kahane’nin İsrail’deki rolü ve etkisi “Meir Kahane ve Çağdaş Yahudi İntikam Teolojisi” başlıklı bir makalede analiz edilmektedir. 2015 yılında yayımlanan makalenin yazarları Adam ve Gedaliah Afterman adlı iki İsrailli akademisyendir. Kahane’nin teolojisi, diye yazıyorlar:

İsrail Devleti’nin, Yahudilere yaptıkları zulüm, özellikle de Holokost sırasında Yahudilerin sistematik olarak öldürülmesi nedeniyle Yahudi olmayanlara karşı bir intikam eylemi olarak Tanrı tarafından kurulduğu iddiasına odaklanmıştır.

Kahane’nin Kach partisi, 1967 savaşında İsrail tarafından ele geçirilen tüm toprakların ilhak edilmesi ve Filistinli nüfusun şiddet kullanılarak sınır dışı edilmesi çağrısında bulundu. Kahane 1984 yılında İsrail parlamentosu Knesset’e seçildi. Kach partisinin 1988 seçimlerine katılması yasaklandı ancak partinin etkisi, Kahane’nin 1990’da New York’a yaptığı bir gezi sırasında suikaste uğramasına rağmen devam etti.

Afterman’ların makalesi Kahane’nin intikam teorisinin üç temel ayağını özetlemektedir.

Birincisi:

İsrail halkı ontolojik olarak tanrısallığa dayanan kolektif bir mitik varlıktır ve Tanrı ile beraber ilk günlerinden itibaren mitik bir düşmanla karşı karşıya kalmıştır. Bu efsanevi düşman, “Amalek”, Yahudi tarihi boyunca farklı gerçek düşmanlarda somutlaşmıştır ve Yahudilerin tarih boyunca çektiği çeşitli zulümler ve çileler aynı efsanevi mücadelenin tezahürleridir. Dahası, mitsel İsrail ulusu ile Yahudi olmayanlar, özellikle de İsrail’in düşmanları arasında ontolojik bir fark vardır. Yahudi ve Yahudi olmayan ruh arasındaki ontolojik fark, tüm insanlığın Tanrı’nın suretinde yaratıldığı şeklindeki Yahudi ilkesini geçersiz kılmaktadır. Yahudi olmayanların aşağı olduğu ve tarihin şeytani güçlerini barındırdığı inancı, ölümcül şiddet ve intikam eylemlerinin gerekçesi yapılır.

İkincisi:

...Dolayısıyla, argüman şöyle devam eder: İsrail halkı, ortak düşmanlarından intikam almak ve ortak gurur ve statülerini yeniden tesis etmek için mümkün olan her yolu kullanmakla dinen yükümlüdür. Farkında olsunlar ya da olmasınlar, Filistinliler ve İsrail’e karşı savaşan diğer güçler, İsrail halkını ve onun Tanrı’sını yok etmeyi amaçlayan mitlere özgü, dini bir savaşın parçasıdırlar. Bu faktörler, düşmanların üstesinden gelmek için her türlü önlemin alınmasına izin vermektedir.

Üçüncüsü:

Holokost’tan kısa bir süre sonra, 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması tek bir amaca hizmet etmelidir: Yahudi olmayanlara karşı kurtarıcı intikamı kolaylaştırmak. Tarihî İsrail topraklarında modern Yahudi devletinin kurulması, böyle bir sürecin sonucu ya da işareti olmaktan ziyade, kurtarıcı süreci harekete geçirmek için bir araçtır.

Üç ayağı özetleyen Afterman’lar şunları açıklıyor:

...Kahane, metafizik düşman “Amalek”ten (düşman “Yahudi olmayanlar”) intikam almanın, her ikisi de Holokost’un bir sonucu olarak neredeyse yok olan Tanrı’yı ve halkını kurtarmak için temel olduğunu savunur. Kahane’ye göre, kurumsallaşmış gücü ve askeri kudretiyle Yahudi devletinin kuruluşu, kurtuluşa bağlı intikamın hizmetine sunulmalıdır. Kahane, İsrail’in ve Tanrı’sının kurtuluşunun bir koşulu olarak ortadan kaldırılması gereken mitsel düşmanın parçası olduklarını savunarak masum insanlara karşı bile intikam eylemlerini haklı çıkaracak kadar ileri gider. Ona göre, masum hayatların kaybı, eğer gerekliyse, haklı bir fedakârlıktır.

Kahane, “seçilmiş halk” doktrinini geleneksel Batı değerleriyle olan tüm ilişkilerin kapsamlı bir şekilde reddedilmesi olarak yorumladı. Or Ha’Raayon adlı kitabında şöyle yazmıştır:

Bu bir Yahudi devletidir. Yahudiliğin önünde eğilir ve onunla çelişmez. Uluslararası hukuk ve diplomasiyle çelişse de normal Batılı ve demokratik yaşam tarzına ters düşse de Yahudi değerlerine ve Yahudi emirlerine uygun hareket eder; bu, çıkarlarını riske atsa ve onu uygar Yahudi olmayanlardan izole etme tehdidinde bulunsa bile böyledir. ... Yahudiliğin görevi ayrı, eşsiz, farklı ve seçilmiş olmaktır. Yahudi halkının ve onun aracı olan devletin rolü budur... Ulusların standart değerlerinde yerimiz yoktur. Asimilasyon karma evliliklerle değil, yabancı değerlerin, yabancı ve Yahudi olmayan kavram ve fikirlerin kopyalanması ve benimsenmesiyle başlar.

Kahane’nin intikam teorisi İbranicede Kiduş Haşem olarak adlandırdığı kavram olarak tanımlanmıştır. Bu konuda şöyle yazar:

Bir Yahudi’nin iki bin yıldır onu görmemiş olan Yahudi olmayan dünyanın yüzüne inen yumruğu, işte bu Kiduş Haşem’dir. Kanımızı emen Kilise öfke ve hüsran kusarken Yahudilerin Hristiyan kutsal mekânları üzerindeki hâkimiyeti, işte bu Kiduş Haşem’dir.

Aslında Kahane’nin Kiduş Haşem’i, sözüm ona eşsiz bir Yahudi felsefesine yaptığı yarı dengesiz çağrıya rağmen, Adolf Hitler’in Kavgam’ının felsefesinin İbranice bir varyantı olarak tanımlanabilir; aradaki temel fark Kahane’nin nefret dolu ve ırkçı söylevinin soldan sağa değil de sağdan sola, İbranice yazılmış olmasıdır.

Kahane’nin etkisi suikasttan sonra da İsrail’in giderek sağcılaşan siyasi ortamında devam etti. 25 Şubat 1994’te Kahane’nin öğrencilerinden biri olan Baruch Goldstein, Hebron’daki (El Halil) bir camiye düzenlediği saldırıda 29 Filistinliyi öldürdü ve 150’sini de yaraladı. Bu suç, aralarında son derece etkili bir haham olan Yitzchak Ginsburgh’un da bulunduğu Kahane’nin takipçileri tarafından övüldü ve Goldstein tarafından yapılan toplu katliamın bir Kiduş Haşem eylemi olduğu ilan edildi.

Peki, bunun bugünle ne ilgisi var? Yabancı düşmanı Otzma Yehudit (Yahudi Gücü) partisinin lideri Itamar Ben-Gvir şu anda Netanyahu’nun koalisyon hükümetinde Ulusal Güvenlik Bakanı. Yasa dışı ilan edilmeden önce Kach partisinin üyesiydi. Kendisi Meir Kahane’nin faşist teolojisi ve siyasetinin açık sözlü bir savunucusu olmaya devam ediyor. Geçtiğimiz Nisan ayında Ben-Gvir, başbakanlık ofisi tarafından sağlanan bir güvenlik ekibinin eşliğinde, hem Kahane’yi hem de Baruch Goldstein’ı övdüğü bir konuşma yaptı.

ABD Başkanı Joe Biden, 18 Ekim 2023 Çarşamba günü Tel Aviv'deki Ben Gurion Uluslararası Havalimanı'na varışının ardından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından karşılandı. (AP Fotoğrafı/Evan Vucci) [AP Photo/Evan Vucci]

Kahane’nin intikam doktrininin İsrailli liderler tarafından dile getirilmesi savaşın başlamasından bu yana giderek yaygınlaştı. Geçtiğimiz ay Netanyahu halka açık bir konuşmada “Amalek’in size ne yaptığını hatırlamalısınız, diyor Kutsal Kitabımız. Ve biz hatırlıyoruz,” diye ilan etti. Netanyahu’nun Amalek’e yaptığı atıf, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant tarafından yapılan bir açıklamada açıkça ortaya kondu: “Biz insansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz. Her şeyi ortadan kaldıracağız, buna pişman olacaklar.” Savaşın başlangıcından bu yana İsrailli liderler tarafından benzer nitelikte birçok açıklama yapılmış ve bu açıklamalar İsrail hükümeti ve ordusunun soykırım eylemlerinde hayata geçirilmiştir.

İsrail rejimi tarafından işlenen suçların ortasında, Siyonizm karşıtlığının antisemitik olduğu ve olması gerektiği iddiasından daha büyük ve daha sinsi bir yalan yoktur. Bu yalan, Filistin’e mitsel dönüş çağrısını reddeden sayısız Yahudi işçi ve entelektüelin 1948 öncesi Siyonizm karşıtlığının birkaç nesle yayılan uzun tarihi tarafından çürütülmektedir.

Siyonizm karşıtlığı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma perspektifinin siyasi olarak gerici karakterini tespit eden ve kınayan sosyalist hareket tarafından en büyük siyasi netlikle ifade edilmiştir. Bu projenin, ancak emperyalizmle ittifak halinde ve 2000 yıldır bu topraklarda yaşayan Filistinli Arap nüfusun zararına gerçekleştirilebilecek sömürgeci bir girişim olduğu anlaşılmıştı.

Dahası, geleneksel dini zulme ve 19. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan siyasi antisemitizme karşı verdikleri mücadelede, Yahudilerin büyük bir kısmı yaşadıkları ülkelerde siyasi ve toplumsal eşitlik elde etmeye çalışmıştır. Bu, özellikle Almanya’da temel bir gerçekti. Baskıya karşı kitlesel hareketin bir parçası olmak istiyorlardı. Yahudi gençlerin, işçilerin ve entelektüellerin siyasi bilince sahip en geniş kesimi için bu çaba sosyalist harekete aktif katılıma yol açtı.

Siyonizmin Yahudi kimliğinin gerekli ve gerçek bir ifadesi olduğu yönündeki günümüz iddiasının tarihte hiçbir temeli yoktur. Dahası, antisemitik önyargı ve zulüm deneyimine dayanan, demokratik inançlarda ve ezilenlere sempati duymada ısrar, İsrail’in Gazzelilere yönelik saldırısına karşı gösterilere katılan çok sayıda Yahudi gençte ifadesini bulmaktadır.

Tüm propagandaya rağmen, savunmasız Filistinlilerin toplu katliam görüntüleri, Nazilerin elindeki Yahudilerin kaderine ilişkin tarihsel ve ailesel hatıraları çağrıştırmaktadır. Dolayısıyla, Gazze halkına karşı yürütülen savaş sadece İsrail vahşetinin kurbanlarıyla dayanışma duygusuna değil, aynı zamanda savaşı meşrulaştırmak için Holokost trajedisinin istismar edilmesine karşı derin bir öfkeye de yol açmaktadır.

Elbette Siyonistler ve onların savunucuları tüm bu söylediklerimin, daha önce de açıkladığım gibi, sosyalist hareket içinde yaygın bir önyargı olduğunu iddia ettikleri köklü antisemitizmimin kanıtı olduğunu iddia edeceklerdir. Bir birey ne kadar solcuysa, kapitalizme ve emperyalizme karşıtlığı ne kadar vurguluysa, Yahudi devletine karşıtlığı ve dolayısıyla antisemitizmi de o kadar uzlaşmazdır.

Bu iddia saçma olduğu kadar siyasi olarak da gericidir. Yarım yüzyıldan fazla bir süredir sosyalist hareketin içinde yer aldığım için, benim ve Troçkist hareket içindeki yoldaşlarımın antisemit olduğu iddiasına yanıt vermek gibi kişisel bir yükümlülüğüm yok. Eskilerin dediği gibi, sicilim kendi adına konuşuyor.

Fakat ne yazık ki bu genel olarak doğru değildir. Antisemitizm suçlaması, belirli bir kişinin siyasi sicilinin göz ardı edilmesini ve çarpıtılmasını gerektirir.

Bu nedenle ilk kez, kamuoyunca bilinen siyasi sicilime kişisel geçmişimle ilgili bilgileri de ekleyerek bu suçlamaya yanıt vereceğim. Şimdi biraz daha ileri bir yaşa ulaşmışken, 75. doğum günüme bir yıldan biraz fazla bir süre kalmışken, bunu yapmanın zamanının geldiğini düşünüyorum. Bunu iftiracılar üzerinde herhangi bir etkisi olacağı için değil, kişisel deneyimlerimin genç nesillerde yankı uyandırabilecek ve onları Filistinlileri savunmak ve her türlü baskıya karşı mücadelelerini yoğunlaştırmak üzere cesaretlendirebilecek unsurları olduğu için yapıyorum.

Tüm bireylerin gelişimindeki baskın faktör, içine doğdukları toplumların hâkim sosyoekonomik yapıları tarafından en temel düzeyde koşullandırılan, zamanlarının sosyal ve siyasi ortamıdır. İnsanların kişilikleri, Marx’ın “toplumsal ilişkiler bütünü” olarak adlandırdığı şey tarafından biçimlendirilir. Ancak bu sosyal ilişkiler, hem kişinin kendi deneyimleri hem de aile, arkadaşlar, öğretmenler, tanıdıklar vb. aracılığıyla aktarılan kişisel deneyimler yoluyla yansıtılır.

Ben 1950 doğumlu birinci kuşak bir Amerikalıyım. Doğduğum yer –aslında varoluşum– sadece dört buçuk yıl önce sona eren İkinci Dünya Savaşı’na yol açan olaylar tarafından belirlenmişti. Annem de babam da Nazilerin Yahudilere uyguladığı zulümden kurtulmak için Avrupa’dan kaçmışlardı. Annem Beatrice, 18 Aralık 1913’te Wilmersdorf’ta doğmuş; Herbert Frahm’ın, nam-ı diğer Willy Brandt’ın doğduğu gün. Konstanzer Strasse’de bulunan doğduğu apartman hâlâ ayakta. Babası –büyükbabam– Berlin’in kültürel yaşamında önemli bir yere sahipti. Adı Ignatz Waghalter’di. 1881 yılında Varşova’da çok fakir bir müzisyen ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Waghalter, 17 yaşındayken iyi bir müzik eğitimi almak amacıyla Berlin’e geldi.

Büyükbabam 20 çocuğun 15’incisiymiş. Bu 20 çocuktan 13’ü çocuk yaşta, dördü ise 1888’deki tifüs salgınında bir günde ölmüş. Yirmi çocuktan dördü erkek, üçü kız olmak üzere yedisi hayatta kalmış. Büyükbabam, ilk yıllarından itibaren muazzam bir müzik yeteneği sergilemiş. Altı yaşına geldiğinde Varşova sirkinde sahne almaya başlamıştı bile. Sekiz yaşındayken devrimci bir marş yazıp bestelemiş ve bu marş o kadar popüler olmuş ki, polis isyancı müzisyenin adını ve kimliğini bulmak için bir soruşturma başlatmış. Bu kişinin sekiz yaşında bir çocuk olduğunu öğrendiklerinde büyük bir şok yaşamışlar. Waghalter ailesinin Polonya halkının devrimci demokratik mücadelesinde derin kökleri vardı. Hatta yakın zamanda bir kütüphanede büyükbabamın büyükbabası tarafından 1848 yılında bestelenmiş devrimci bir marş buldum.

Büyükbabam gerçek bir eğitim almak istiyordu. Sadece gezgin bir müzisyen olmak istemiyordu, dünyanın müzik başkentine –Berlin’e– gitmek ve nasıl ciddi bir besteci olunur, öğrenmek istiyordu. 1897’de sınırdan hiç parası olmadan kaçak geçti. Büyük zorluklara katlandı ama sonunda büyük kemancı ve Brahms’ın arkadaşı Joseph Joachim’in dikkatini çekti. Joachim’in tavsiyesi üzerine büyükbabam Akademie der Kunste’ye kabul edildi. 1902’de, “Keman ve Piyano İçin Sonat”ı, çok sevilen Mendelssohn Ödülü’ne layık görüldü. İki yıl sonra, Ignatz’ın küçük kardeşi Wladyslaw, onu Berlin’e kadar takip etti ve kemancı olarak başarılarından dolayı aynı ödüle layık görüldü.

Mezuniyetinin ardından Ignatz, Komische Oper’de orkestra şefi olarak görev aldı. Birkaç yıl sonra Essen Operası’na atandı. Ancak müzik kariyerindeki belirleyici dönüm noktası, 1912 yılında Charlottenburg’daki Bismarck Strasse’de yeni inşa edilmiş ve bugün Deutsche Oper olarak bilinen Deutsches Opernhaus’a birinci şef olarak atanmasıyla geldi. Tabii ki, özgün bina İkinci Dünya Savaşı sırasında yıkıldı ve sonra yeniden inşa edildi ancak bugün aynı caddede yer alıyor. Wladyslaw Waghalter, 7 Kasım 1912’de Beethoven’ın Fidelio eserinin temsiliyle açılan yeni opera binasının başkemancısı olarak atandı. Antisemitlerin sözlü muhalefetine ve çok sayıda ölüm tehdidine rağmen Ignatz Waghalter ilk performansı yönetti.

Sonraki 10 yıl boyunca büyükbabam Deutsches Opernhaus’taki birinci şeflik görevini sürdürdü. Mandragola, Jugend ve Sataniel adlı üç operasının prömiyeri bu opera binasında yapıldı. Waghalter, daha önce Richard Wagner’e takıntılı bir müzik kurumu tarafından müziği reddedilen Giacomo Puccini’nin operalarını savunmasıyla tanınıyordu. Waghalter, Mart 1913’te Puccini’nin La Fanciulla del West [Das Mädchen aus dem goldenen Westen] operasının Almanya prömiyerini Puccini’nin de katılımıyla yönetti. Bu, Puccini’nin Almanya’da büyük bir usta olarak ün kazanmasını sağlayan bir zaferdi.

Deutsches Opernhaus’taki uzun görev süresi boyunca Waghalter hem Polonya karşıtı hem de antisemitik önyargılarla mücadele etmek zorunda kaldı. Kendisi herhangi bir dini ritüeli yerine getirmemesine ya da sinagoga gitmemesine rağmen, Waghalter –diğer birçok Yahudi asıllı orkestra şefinin aksine– Hristiyanlığa geçmeyi reddetti. Kariyerini ilerletmek amacıyla dinini değiştirme ve böylece antisemitik önyargılara uyum sağlama düşüncesi ona iğrenç geliyordu.

1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine Waghalter’in opera yönetmesi yasaklandı, çünkü kendisi Alman İmparatorluğu’nun savaş halinde olduğu Rus İmparatorluğu’nda doğmuştu. Charlottenburg’un opera sever kamuoyu tarafından yapılan protestolar, Waghalter’in görevine iade edilmesini sağladı.

Waghalter, Deutsches Opernhaus’ta, yıkıcı enflasyonist krizin ortasında iflas ettiği 1923 yılına kadar kaldı. New York Eyalet Senfoni Orkestrası’nın şefi olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yıl geçirdi. Daha sonra Almanya’ya döndü ve Ufa film şirketinin müzik direktörlüğüne getirildi. Ancak yeniden düzenlenip tekrar açılan Deutsches Opernhaus olarak bilinen Städtische Oper’e geri dönemedi.

Hitler’in iktidara gelmesi, onun ve kardeşinin Almanya’daki müzisyenlik kariyerini fiilen sona erdirdi. Henüz 20 yaşında olan annem, Üçüncü Reich’ın Yahudilerin sadece kariyerlerine değil, hayatlarına da mal olacağına dair bir önseziye sahipti. Beatrice, kaçmak imkânsız hale gelmeden önce ailesini Almanya’yı terk etmeye çağırdı. Onun tavsiyesine uyarak Almanya’yı terk ettiler ve önce Çekoslovakya’ya sonra da Avusturya’ya gittiler.

Çok yetenekli bir müzisyen olan annem Almanya’da kaldı. Jüdische Kultur Bund’a katıldı ve burada Almanya’daki Yahudilerin özel evlerinde şarkıcı olarak sahne aldı. 1937 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne girmek için vize aldı. Ailesi için de giriş vizesi almayı başarmıştı. Büyükannem ve büyükbabam Mayıs 1937’de New York’a vardılar. Geldikten birkaç gün sonra Ignatz, Afroamerikan müzisyenlerden oluşan ilk klasik müzik orkestrasının kurulması gibi tarihi öneme sahip bir projeyi başlattı.

Bu radikal proje, dönemin ırkçı ortamında sert bir muhalefetle karşılaştı. Waghalter sık sık siyah müzisyenleri evinde prova yapmaya davet ediyordu. Bu durum, apartmanın neredeyse tüm beyaz sakinleri tarafından imzalanan ve Waghalter’in bu uygulamaya devam etmesi halinde evden çıkarılmasını talep eden bir dilekçenin dolaşıma sokulmasıyla sonuçlanmış.

Baltimore’daki Afroamerikan gazetesi büyükbabamla bir röportaj yapmış. Orada senfoni orkestrasını kurmasına ilham veren inançlarını şu sözlerle ifade etmiş: “Evrensel demokrasinin en güçlü kalesi olan müzik ne renk, ne inanç ne de milliyet tanır.”

Waghalter’in muazzam çabalarına rağmen, gerici ortam orkestranın sürdürülmesini imkânsız hale getirdi. Hayatının son on yılında Waghalter giderek yalnızlaştı. Ailesiyle temasını kaybetti. Almanya’yı terk edemeyen kardeşi Wladyslaw’ın 1940 yılında Gestapo karargâhına gitmesinin ardından aniden öldüğünü ancak savaştan sonra öğrendi. Wladyslaw’ın karısı ve bir kızı 1943’te Auschwitz’de can verdi. Aslında, büyük amcam Wladyslaw’ın yeri ve adresi olan Brandenburgerstrasse 49’da, Wladyslaw ve ailesinin yaşamı ve ölümünün anıldığı Stolpersteine’i görebilirsiniz.

Wladyslaw’ın kızlarından Yolanda, neyse ki kaçmayı başarmıştı. Güney Amerika’ya gitmeyi başardı, Peru’da yaşadı ve Lima Senfoni Orkestrası’nda birinci kemancı oldu. İkinci dereceden kuzenim olan oğlu Carlos şu anda New Orleans’ta yaşıyor ve yetişkin hayatlarımızın büyük kısmını yakın arkadaş olarak geçirdik. Ignatz’ın erkek kardeşi Joseph, Varşova Gettosu’nda öldü. Üç kız kardeşten ikisi de Polonya’da öldü. Sadece en büyük erkek kardeşi, büyük Polonyalı çellist Henryk Waghalter savaştan sağ çıkmayı başarmıştı. Büyükbabam Nisan 1949’da 68 yaşındayken New York’ta aniden hayatını kaybetti.

Büyükbabam 1935-36 yıllarında Çekoslovakya’daki kısa sürgünü sırasında, bir sanatçı olarak ideallerini anlattığı kısa bir anı kitabı kaleme aldı. O, Nazilerin Yahudiler için ölümcül bir tehdit oluşturduğunun farkındaydı ancak Üçüncü Reich’ın suçlularının Yahudi halkının adalete olan etik ve ahlaki bağlılığı karşısında galip gelemeyeceğine olan inancını dile getiriyordu. Waghalter nereye sığınabileceğini henüz bilmediğini kabul ediyordu. Ve bu yüzden anılarını şu sözlerle bitiriyordu:

Nerede olursa olsun, Musa’nın “Kardeşlerinize hizmet etmek için kölelikten azat edildiniz” sözüne uygun olarak sanata ve insanlığa hizmet etmek istiyorum.

Büyükbabamın Yahudi etiği anlayışının Netanyahu hükümetinde ve günümüz Siyonist devletinde hâkim olandan çok farklı olduğu açıktır. Yahudi halkı adına yapılanları bilseydi şok olur ve dehşete kapılırdı. Yahudi halkını, ezilen Filistin halkına karşı her gün işlenen suçlarla ilişkilendirmekten daha büyük bir iftira, gerçek antisemitlere bundan daha büyük bir hediye olamaz.

Büyükbabamın yaşam öyküsü ve bunun Avrupa Yahudiliğini mahveden felaketle ilişkisi çocukluğumun geçtiği evde sürekli konuşulan bir konuydu. Ignatz’ın dul eşi olan ve Omi dediğimiz büyükannem bizimle yaşardı. Onun odasında sayısız saatler geçirdim; bana Berlin’deki yaşamı, pek çok büyük sanatçıyla olan dostluklarını, Giacomo Puccini tarafından poposunun çimdiklenmesini, tanıdığı tüm dostlarını, yazarları ve hatta Konstanzerstrasse’deki daireyi sık sık ziyaret eden ve bir yaylı çalgılar dörtlüsünün üyesi olarak kemanını çalmaktan zevk alan –apartman sakinleri buna itiraz etmemiş– Albert Einstein da dahil olmak üzere bilim insanlarını anlatırdı.

Büyükannemin hikâyeleri, babasıyla özellikle yakın bir ilişkisi olan annemin anlattıklarıyla destekleniyordu. Hikâyelerin çoğu, evimizde İngilizce ile eşit statüye sahip olan Almanca anlatılırdı.

En azından benim yaşadığım sokakta bu alışılmadık bir durum değildi. Komşularımızın çoğu mülteciydi: Dr. Jakobius, Frau [Bayan] London, Frau Spitzer, Frau Rehfisch, Walter ve Uschi Bergen, Dr. Hartmann ve Dr. Gutfeld. İsimlerini hatırlamadığım başkaları da vardı ama sanki Charlottenburg’un önemli bir kısmı New York’un bir banliyösünde yeniden toplanmış gibiydi. Bir de şehrin başka yerlerinde yaşayan ama sık sık ziyarete gelen birçok arkadaş vardı: Greta Westman, Dela Schleger ve Kurt Stern.

Berlin’deki yaşamı anlatan pek çok tartışma “Und dann kam Hitler” cümlesine yol açıyordu. Sonra Hitler geldi. Bu her şeyi değiştiren bir olaydı. Ve bu, genç zihnimde pek çok soruya yol açtı. “Hitler nasıl geldi?” “Hitler neden geldi?” “1933’ten önce onun geldiğini gören oldu mu?” “Büyükannem, büyükbabam ve annem ilk ne zaman Hitler’i duydular ve onun gelebileceğini fark ettiler?” Ve son olarak en önemli soru, “İnsanlar neden Hitler’in gelmesini engellemedi?”

Bu, tanıdığım hiç kimsenin tam olarak oluşturulmuş ve ikna edici cevaplarının olmadığı bir soruydu. Ancak evde aldığım cevaplarda bana yardımcı olan bazı unsurlar vardı. Birincisi, Naziler açıkça sağcı bir hareket olarak tanımlanıyordu. Bu nedenle ailemde iyi ile kötü arasındaki ayrım çizgisi Alman ile Yahudi arasında değil, sol ile sağ arasında olmuştu. Annem bu ayrımın sadece Almanya’da değil, tüm dünyada ve tabii ki Amerika Birleşik Devletleri’nde de var olduğunda ısrar ediyordu. Zaman zaman bazı Amerikalı politikacılara bakar ve şöyle derdi: “Ich traue nicht dieser Bande” (“Bu çeteye güvenmiyorum.”)

Annem bu konuda özellikle kararlıydı. Faşizmden nefret ederdi. Son derece sakıncalı bazı sosyal ve siyasi tutumları fark ettiğinde veya bunlarla karşılaştığında, rahatsız edici kişiyi “ein echter Fascist”, yani gerçek bir faşist olarak tanımlama eğilimindeydi.

Hitler’den önce Almanya’da antisemitizmin varlığından kesinlikle haberdardı. Hitler gelmeden önce bile okulundaki öğretmenler arasında bu tür eğilimlerle karşılaşmıştı. Ancak bu eğilimler hakkında sık sık, bunların kaçınılmaz olarak toplu katliama dönüşeceğine asla inanamadığını, inanmadığını belirtmiştir. Böyle bir kaçınılmazlığa inanmıyordu. Dahası, Almanlara karşı en ufak bir nefret ya da kin beslemiyordu. Almanya’dan kaçışından 60 yıl sonra bile Almancaya hâkimiyetinin azalmamış olmasından gurur duyuyordu.

Faşizmin Almanya’da nasıl iktidara geldiğini açıklayan politik olarak ikna edici bir cevap bulmam yıllar alacaktı. Benim kuşağımdaki pek çok kişi gibi ben de Yurttaşlık Hakları hareketi, getto ayaklanmaları ve Vietnam Savaşı deneyimlerinden geçtim. 1960’ların patlayıcı olayları tarih çalışmamı teşvik etti ve çağdaş olayları daha geniş bir zamansal çerçeveye oturtma eğilimimi cesaretlendirdi. Dahası, bitmek bilmeyen Vietnam Savaşı’na karşı duyduğum öfke ve Demokratik Parti ile Amerikan liberalizmine karşı giderek artan hayal kırıklığı beni daha da sosyalizme doğru itti. Bu süreç, sonunda, 1969 sonbaharında, Lev Troçki’nin yazılarını ilk kez keşfetmeme yol açtı.

Kendimi onun mevcut yazılarını incelemeye verdim: anıtsal Rus Devrimi’nin Tarihi, otobiyografisi Hayatım, Yeni Yol, Ekim Dersleri ve İhanete Uğrayan Devrim. Tüm bu eserler Troçkist harekete katılma kararımın temelini oluşturdu. Ancak üzerimde en büyük etkiye sahip olan kitap, Troçki’nin 1930-1933 yılları arasında Nazilerin iktidara yükselişine karşı mücadeleye adanmış yazılarının derlemesiydi.

Bu kritik yıllarda Troçki, İstanbul açıklarındaki Büyükada’da sürgünde yaşıyordu. Stalinist rejim tarafından oraya sürgün edilmişti. Almanya’dan yaklaşık 2000 kilometre uzakta, gelişmekte olan olayları takip etti. Hitler’in ve Nazi partisinin yarattığı tehlikeye karşı yaptığı uyarıları içeren makalelerinin siyasi literatürde eşi benzeri yoktur.

Lev Troçki, Büyükada’daki çalışma masasında

Troçki sadece faşizmin doğasını –sınıfsal temelini, sosyalist harekete ve işçi sınıfı hareketine karşı bir siyasi terör aracı olarak temel işlevini– açıklamakla kalmamıştı, aynı zamanda Nazilerin nasıl yenilgiye uğratılabileceğini de açıklamıştı. Sosyal Demokrasi ile faşizmin özdeş olduğunu ilan eden Stalinist Komünist Parti’nin Üçüncü Dönem olarak adlandırılan politikalarını teşhir etti. Bu iflas etmiş aşırı sol politikaya, Nazi tehdidini yenmek için tüm işçi sınıfı partilerinin birleşik cephesi çağrısıyla karşı çıktı. Uyarıları göz ardı edildi. Stalinizm ve Sosyal Demokrasinin ihanetleri Nazilerin zaferini mümkün kıldı.

Ancak Hitler’in iktidara yükselişi ve ardından gelen İkinci Dünya Savaşı felaketi ve Holokost kaçınılmaz değildi. Bunlar işçi sınıfının reformist ve Stalinist önderliklerinin siyasi ihanetlerinin sonucuydu. Bunu anlamak, faşizmin ne olduğunu anlamak –ve geriye dönüp düşündüğümde, tüm bunlar yaşandıktan sadece birkaç on yıl sonra büyüdüğümü fark etmek– üzerimde derin bir etki yarattı. Bir daha asla faşizmin var olmaması gerektiğinin farkına varmak ve bu siyasi dehşeti yenmenin mümkün olduğunu anlamak, sosyalist harekette ve özellikle de insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük tehdidi doğru bir şekilde analiz eden ve buna bir yanıt veren bu siyasi örgütte aktif olmayı zorunlu kılıyordu.

Troçki faşizmin yükselişini Alman ruhuna (psişesine) değil, kapitalizmin ve ulus devlet sisteminin tarihsel krizine dayandırıyordu. Hitler ve faşist rejim, son tahlilde, Alman kapitalizminin, mevcut ulus devlet sisteminin kendisine dayattığı kısıtlamalara savaş ve kitlesel katliam yoluyla bir çözüm bulmaya yönelik umutsuz girişimini temsil ediyordu. Almanya “Avrupa’yı yeniden düzenlemek” zorundaydı. Ancak bu yalnızca Almanlara özgü bir sorun değildi. Kriz, Amerikan emperyalizmine bugün de meşgul olduğu daha büyük bir meydan okuma dayatmıştı: dünyayı yeniden düzenleme görevi.

Hitler iktidara geldikten sonra yazdığı sonraki yazılarında Troçki, faşizmin ve İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin Avrupa Yahudilerini imha tehlikesiyle karşı karşıya bırakacağı uyarısında bulunmuştu. Bu tehlikenin, kökleri kapitalist sistemin küresel çelişkilerine dayanan bir soruna ulusal bir çözüm öneren Siyonizm tarafından önlenemeyeceğini yazdı.

Nazilerin zaferinin ardından Troçki, Yahudilerin kaderinin her zamankinden daha fazla sosyalizmin kaderine bağlı olduğunu vurguladı. Troçki, 28 Ocak 1934 tarihli bir mektubunda şöyle yazıyordu:

Yahudilerin tarihsel kaderi ne olursa olsun, Yahudi sorunu uluslararası bir sorundur. “Ayrı bir ülkede sosyalizm” yoluyla çözülemez. Yahudi işçiler, mevcut aşağılık ve iğrenç antisemitik zulüm ve pogrom koşulları altında, Yahudi halkının kaderinin ancak proletaryanın tam ve nihai zaferiyle çözülebileceği bilgisinden devrimci bir gurur duyabilirler ve duymalıdırlar.

Bu perspektif tarih tarafından doğrulanmıştır. İsrail’in kuruluşunun siyasi bir zafer olduğunu iddia edenler, siyasi zaferin ne olduğu konusunda tuhaf bir fikre sahiptir. Başkalarının topraklarının açık bir şekilde çalınması üzerine kurulan, tüm vatandaşlara tanınması gereken temel demokratik hakları tamamen ırkçı bir temelde reddeden, nefreti ve intikamı devlet politikasının temeli olarak kutsayan, kendi vatandaşlarını hırsızlık yaptığı insanları sistematik olarak öldürmeye ve onlara eziyet etmeye şartlandıran ve ülkeyi dünyanın en nefret edilen ülkesi haline getiren bir devletin kurulması, “siyasi bir zafer” olarak tanımlanamaz. Bu siyasi bir alçalmadır.

Devam etmekte olan savaş, tüm dehşetine rağmen, önemli bir siyasi katkı sağlamıştır. Gençliği uyandırmıştır. Dünyanın gözlerini açmıştır. Siyonist rejimin ve onun emperyalist suç ortaklarının caniler olduklarını ifşa etmiştir. Tüm dünyayı kasıp kavuran ve bu soykırımın sorumlularını da kasıp kavuracak olan bir öfke dalgasını harekete geçirmiştir.

Hareketimizin önündeki en büyük zorluk, öfkeye, küresel işçi sınıfını emperyalist barbarlığa karşı ortak bir mücadelede birleştirebilecek devrimci bir sosyalist program aşılamaktır. Hareketimiz ve sadece bizim hareketimiz bu zorluğun üstesinden gelebilecek donanıma sahiptir. Hareketimiz engin bir siyasi tarihi ve bütün bir yüzyılı kapsayan engin bir siyasi deneyimi bünyesinde barındırmaktadır. Şu anda karşı karşıya olduğumuz gibi bir krizde, krizin dinamiğini kavrayabilecek ve duruma müdahale edip işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda onu değiştirebilecek bir perspektife sahip başka bir parti yoktur.

Dolayısıyla, bu konferans Troçkizmin yüzüncü yılı üzerine resmi bir rapor olmasa da, günümüz olayları ile beraber, Troçkist hareketin ne olduğunu ve onun karşı karşıya olduğumuz günümüz mücadeleleriyle ilişkisini anlamanıza katkıda bulunduğunu umuyorum.

Dipnotlar

[1] Karl Marx, “Feurbach Üzerine Tezler”, Alman İdeolojisi içinde (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2016), s. 17.

[2] Bkz. David North, Lev Troçki’yi Savunurken (İstanbul: Mehring Yayıncılık, 2019).

[3] Steven Nadler, Spinoza: Bir Yaşam (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013), s. 391. Çevirenler: Anıl Duman - Murat Başekim.

[4] Age., s. 388.

[5] Age., s. 182-183.

Loading